Yolsuzluk ve suiistimal, siyasî tarihimizde görülmemiş şeyler değildir. Millete hizmet için kullanılması gereken yetkileri, şahsî menfaat için kullanan çoktur. Çünkü "muhtedir"in nefsiyle imtihanı daha zordur.
Bu suçlardan mahkûm olmuş bakanlarımız hatta başbakanımız vardır. Ancak, neredeyse hiçbir üst düzey CHP'liden hesap sorulmamıştır.
Peki bu, "CHP'liler asla yolsuzluk yapmaz" anlamına mı gelmektedir?
İmamoğlu ve diğer başkanlar hakkındaki soruşturma bu yüzden mi CHP'yi germektedir? Bu yüzden mi Batı'dan "imdat" istenmekte, soruşturma savcısı tehdit edilmektedir?
Oysa aynı CHP, 17/25'te, FETÖ savcılarına bile sahip çıkmış; Kılıçdaroğlu, "İnşallah savcıların başına bir şey gelmez. Kim yolsuzluk yapmışsa üzerine gitmek zorundayız. Kim yolsuzlukların üzerine gidiyorsa destekleyeceğiz" demişti.[1]
Daha da önemlisi; CHP yöneticileri, soruşturmalara ateş püskürmekte ama her gün daha da büyüyen iddiaları çürütecek tek laf edememektedir! Zaten soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek de gazetecilere, "Yüz yılın yolsuzluğuyla karşı karşıyayız. İddianamede de görüleceği gibi delillerimiz çok sağlam" açıklaması yaptı.
Yani bu öfke, soruşturulan CHP'lilerin "masum" olmasından değil, CHP'lilerin soruşturulmasından kaynaklanmaktadır.
Bu tespitimizin "ucuz bir itham" olmadığını, yazımızı sonunda kadar okuyan herkes anlayacaktır!
"İTTİHATÇI ZİHNİYETİ" REŞİD PAŞA İLE BAŞLADI
Önce bir gerçeği hatırlatalım. CHP, İttihat ve Terakki'nin "Yeni Türkiye" versiyonudur. Zaten Özgür Özel de "Biz Jön Türk evlatlarıyız" diyerek bunu doğrulamaktadır.
"JönTürklerin babası" ise, Batılılaşmayı başlatan Mustafa Reşid Paşa'dır.
Londra Büyükelçiliği döneminde İngilizlerin bizzat "Mason" locasına kaydettiği Reşid Paşa, 1839'da İngilizlerle imzaladığı Baltalimanı Anlaşması ve aynı yıl ilân ettiği Tanzimat'tan sonra İngiltere'nin tavsiyesi (baskısı) sayesinde 1846'da "Sadrazam" olmuştu.
İlk işi, Mason localarını bütün Anadolu'ya yaymak olan Reşid Paşa, 1853'te ise devleti Kırım Harbi'ne sokarak, İngilizlerin yıllardır başaramadığını başarmış; Osmanlı, Londra'dan 5 milyon İngiliz altını borç almıştı!
Bu hizmetleriyle İngiltere için daha da "vazgeçilmez" hale gelen Büyük Mason Reşid Paşa, tam 6 defa Sadrazamlıktan uzaklaştırılmış ama patronları sayesinde her seferinde geri gelmişti!
Tabii ki "tetikçi" Reşid Paşa da hakkını(!) alacaktı. Zira emperyalistlere hizmet edenlerin, kendi devletini ve milletini soyması serbestti!
İSTANBUL BOĞAZI'NI BİLE ÜZERİNE TAPULAMIŞ!
Sultan Abdülmecid Han, Babıâli'de sürekli yayılan rüşvet ve yolsuzluk hastalığını önlemeye çalışıyordu ama maalesef balık baştan kokmuştu! Bir "Rûznâmçe memuru"nun oğlu olan Reşid Paşa, neredeyse İstanbul'un yarısına sahip olmuştu! Çünkü bu tür haris insanlar, yetkisinin yettiği her şeyi "mubah" görüyordu! Mesela, oğlu Ali Galip Paşa'yı Fatma Sultan'la evlendirirken, Baltalimanı'ndaki yalısını devlete satmış ve yetkisini kullanarak, yeni evlilere tahsis etmişti! Yani devleti zarara uğratarak yolsuzluk yapmıştı!
Nitekim "En çok rüşvet yiyen Sadrazam" olarak bilinen Reşid Paşa, sadece mülk ve arazileri değil, Londra ve Paris borsalarındaki tahvilleri bakımından da dönemin en zenginiydi! 73 varisinden biri olan Ürdün Prensi Zeyd bin Raad'ın, 2006 yılında açtığı dava vesilesiyle gündeme gelen tapu kayıtlarına göre Kilyos'tan Çatalca'ya kadar toplam 82 bin dönüm; Sarıyer, Beykoz ve Üsküdar sahillerinde 12 bin dönüm; Avcılar Ambarlı'da 2 bin 440 dönüm arazinin sahibi olan Mason Reşid Paşa, Boğaz'ın Emirgan ile Baltalimanı arasındaki bölümünü de "Voli (avlanma) Alanı" olarak üzerine geçirmişti.[2]
"KİFAYETSİZ" MİDHAT PAŞA VE "KİNDAR" AVNİ PAŞA!
Sadrazam veya paşalar, makamını korumak için İngiltere, Fransa, Almanya veya Rusya'ya sırtını dayıyor, buna karşılık ağır bedel ödüyordu!
Nitekim İngilizler, kullanım süresi dolan Reşid Paşa'dan sonra "Vesayet nöbeti"ni devralan Mason Midhat Paşa-Avni Paşa ikilisinden de, dünyanın ikinci güçlü donanmasını kuran ve Meşrutiyet (vesayet) sistemine mani olan Sultan Abdülaziz Han'ı devre dışı bırakmalarını istemişti!
Özellikle muhteris ve kindarları seçiyorlardı. Bu isimler de rastgele değildi!
1872'de başlayan Sadrazamlık döneminde, açık bütçeyi "fazla vermiş" gibi göstererek sahtekârlık yaptığı için azledilmesine çok kızan Midhat Paşa ve Seraskerlik'ten azledildiği için Abdülaziz Han'ı tahttan indirip öldürmeye yemin eden Hüseyin Avni Paşa![3]
Affedilerek Seraskerliğe getirilen; hatta 1874'te Sadrazam tayin edilen Avni Paşa, bu sefer de, Avrupa'dan ithal edilen silahlardan "komisyon" aldığı için azledilmişti. Mutlaka darbe yaparak "rüşvet" soruşturmasını engellemeliydi![4]
Türkiye'de kaplıca bulamadığı(!) için Avrupa'ya termal tedaviye giden Avni Paşa, Paris ve Londra'da "hassas" temaslarda bulunmuştu!
Aslında 30 yıl önce Mustafa Reşid Paşa üzerinden "Haçlı Seferi" yürüten İngiltere, şimdi de bu iki "işbirlikçi" ile yeni bir saldırı düzenliyordu. Zaten Büyükelçi Sir Henry Elliot da bunu gizlemiyor, "Darbeyi, desteğimizle yaptılar" diyordu![5]
Bu sayede, ilk "Batı Vesayetli Darbe" 30 Mayıs 1876 gecesi gerçekleşmiş ve Sultan Abdülaziz Han tahttan indirilmişti! Topkapı Sarayı ve Feriye'deki nice eza cefadan sonra 4 Haziran sabahı Kur'an-ı Kerim okurken (Hazret-i Osman Efendimizi Kur'an-ı Kerim okurken şehid eden Yahudi İbn-i Sebe çapulcuları gibi) vahşice katletmişlerdi. Ama İttihatçılar ve Atatürkçüler, yüz yıl boyunca "Bıyık makasıyla intihar etti" yalanını söylemişti!
Bu "tetikçiler" de "tahsilata" darbe gecesi başlamıştı!
Peygamber Efendimizin vekili olan Halife Sultan Abdülaziz Han ve haremini saraydan kovarken, "Mücevher kaçırmasınlar" diye hanımları bile soymuşlardı! Küpelerini ve yüzüğü çekip aldıkları Pertevniyâl Valide Sultan'ı ise, "Malların yerini bildir" diye tartaklamışlardı. Yağmaladıkları ilk partinin bir milyon lirasıyla, "Tefeci Hristaki"ye olan borçlarını ödemiş, yüksek bir miktarı da Osmanlı Bankası'na yatırmışlardı![6]
AVNİ PAŞA ZATEN ÇOKTAN YÜKÜ TUTMUŞTU!
Hüseyin Avni Paşa, taciz edilen Neşerek Kadınefendinin kardeşi Çerkez Hasan tarafından, 15 Haziran akşamı öldürülmüştü ama Diyanet'in İslâm Ansiklopedisi'ne göre, malı çoktan götürmüştü:
"Oldukça varlıklıydı, ailesine yüklü bir mal ve para bıraktı. Süleymaniye Camii'ne 200 m. mesafedeki konağında çok değerli eşyaların yer alması, hakkındaki rüşvet iddiaları bakımından dikkat çekicidir."[7]
Gerçekten, Isparta'nın Gelendost ilçesindeki Eşekçi Ahmed'in oğlu, Üsküdar'daki Hüseyin Avni Paşa Korusu ve Köşkü, muhtelif iş hanları, Ümraniye Belediyesi'nin kamulaştırdığı 100 dönüm arazi, Bursa ve Aydın'da çiftlikler ve Gelendost'taki 500 dönüm arazinin sahibiydi. Beykoz sahilinde 113 bin 711 m2 arazisi, milyarlarca lira değerinde olup hâlâ miras kavgası sürmektedir.[8]
Yaşasaydı, İngiliz himayesinde daha nerelere el koyacaktı siz düşünün!
"ÂL-İ OSMAN"I YIKIP ÂL-İ MİDHAT" KURACAKTI!
Çerkez Hasan Bey'den, mutfak dolabına saklanarak kurtulan Midhat Paşa ise, darbeden sonra aldığı İngiliz gazıyla öyle coşmuştu ki, konağındaki içki âlemlerinde, "Âl-i Osman oluyor da, Âl-i Midhat niçin olmasın" naraları atıyordu![9]
Meşrutiyet'i ilân ettiği 23 Aralık 1876 akşamı yaptığı "kutlama"da alkol ve zafer sarhoşluğuyla ayakta duramaz hale gelmişti. Koluna giren eniştesi Harputlu Tosun Paşa'ya, "Eee Paşa! Artık beni kim azledebilir? Söyle bakayım, bu sefer kaç sene Sadarette kalacağım" diye caka satmıştı![10]
Ancak İngilizlere çok güvenerek, ülkenin bir padişahı yokmuş gibi davrandığı için 5 Şubat 1877'de azledilerek 500 altın harçlıkla Avrupa'ya sürülmüştü. Ama yine rahat durmaması sebbebiyle affedilerek, 1878'de Suriye Valisi, 1880'de ise Aydın Valisi yapılan Midhat Paşa, 16 Mayıs 1881'de "Abdülaziz Han Cinayeti Soruşturması" sebebiyle hakkında tutuklama kararı çıkınca, Fransa'nın İzmir Konsolosluğu'na sığınarak aidiyetini göstermişti!
VESAYET NÖBETİ "İTTHAT VE TERAKKİ"DE
Sultan Abdülaziz Han'ı tahttan indirmişlerdi ama V. Murad Han'ın saltanatı üç ay bile sürmemişti! Haçlı Siyonist ittifak, çok fena "ters köşe" olmuştu! Zira, hiç sevmedikleri Abdülhamid Efendi tahta çıkmıştı!
Abdülhamid Han önce "uyumlu" bir strateji izlemiş, Meşrutiyet'i ilân etmişti ama Rusya'ya savaş açarak Osmanlı'yı tasfiyeye kalkan Meclis-i Mebusan'ı, 13 Şubat 1878'de kapatarak ülkeyi uçurumun kenarından almıştı.
Devlet iradesini tekrar "Saray"a taşıyan Halife Abdülhamid Han'ın İslâm dünyasında birlik beraberlik sağlaması, Hindistan ve Mısır'da 150 milyon Müslümanı sömüren İngilizleri panikletmişti!
Haçlı Siyonist ittifakın komaya soktuğu Osmanlı'yı tekrar ayağa kaldıran ve küresel siyaseti tekeline alan Abdülhamid, mutlaka bertaraf edilmeliydi! Fakat bu biraz "dişli"ydi; daha geniş kapsamlı bir "darbe" hazırlamak gerekliydi!
İşte İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC), bunun için kurulmuştu! Avrupa'da "Jön Türkler" denilen bu örgüt, İtalyan ihtilalci Mason Giuseppe Mazzini'nin "Genç İtalya" modeline göre dizayn edilmişti.
"Yahudi Merkezi" Selanik'te derhal "yıkım" faaliyetine başlayan İTC, I. Jön Türk Kongresi'ni 4 Şubat 1902'de Paris'te toplamıştı. Türk, Arap, Çerkez, Arnavut, Rum, Ermeni ve Yahudi temsilcisi 47 "bozguncu" delege, 5 gün boyunca "Abdülhamid'i nasıl devirelim" sorusuna cevap aramıştı.
1904 yılında Sofya'da yapılan Taşnak Kongresi'nde, Padişah'ı öldürmeye karar vermişlerdi. 21 Temmuz 1905 Cuma günü düzenledikleri suikasttan sonuç alamayınca İngilizler, Yahudilerin en tehlikelisi olan Macedonia Mason Locası Üstâd-ı Âzâmı Emanuel Carasso (Karasu) koordinasyonunda daha "sağlam" bir plân hazırlamıştı!
İttihat ve Terakki'ye Avrupa'dan para yağıyordu! "İlk ödeme" olarak, 4 teneke altın vermişlerdi! Carasso bu altınları kastederek, "Sultan Hamid'e 5 milyon altına yaptıramadığımız işi, İttihatçılara 400 bin liraya yaptırdık" derken; aslında Jön Türklerin "ucuzluğunu" dile getirmişti![11]
Selanik'teki cinayet ve tehditlerle 24 Temmuz 1908'de zorla ilan ettirdikleri "II. Meşrutiyet" sonrasında Payitahta gelen İttihat Terakki'nin Merkez-i Umumî Üyeleri Enver, Talat, Hasan, Cavid ve Rahmi beyler, devlete el koymuş, Yıldız Sarayı'nı bile gölgede bırakan bir "başvuru makamı" olmuşlardı! Nâzır ve valilere, "Bize sormadan iş yapmayın" talimatı vermişlerdi![12]
SULTANI KOVDULAR, SARAYI YAĞMALADILAR!
9 aylık bu fiilî işgalden sonra yine bir İttihat Terakki organizasyonu olan "31 Mart Tiyatrosu" sayesinde, Halife ve Sultan Abdülhamid Han'ın 27 Nisan 1909 günü tahttan indirilmesiyle birlikte, talan ve soygun da "cinnet" noktasına tırmanmıştı! Sahibi Selanik'e sürülen Yıldız Sarayı, tarihte görülmemiş bir yağmaya sahne olmuştu.
Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa önderliğindeki "soyguncular", Saraya dalmıştı. "Gizli hazine"nin yerini söylemeyen "Musahip" (sırdaş) Cevher Ağa'yı asmış, 2. Musahip Nadir Ağa'yı, asılı Cevher Ağa'nın önünde işkence ederek konuşturmuşlardı!
Sarayda "talan" yarışı vardı! Perdeleri, halıları, avizeleri, oyma işlemeli kapıları, gümüş şamdan ve mangalları; velhasıl ne varsa kaçırıyorlardı. İşgallerde dahi görülmeyen bir bayağılık vardı. Saray çalışanları bile iç çamaşırlarına kadar aranarak şahsi servetleri gasp edilmişti.
Çini takımları, zümrüt, yakut ve elmaslar, kıymetli kılıç ve silahlar, hükümdarlar tarafından takdim edilen hediyeler de sandıklara doldurularak Harbiye Nezaretine götürülmüştü. İlerleyen günlerde Meclis-i Mebusan'da bir mebus, bu servetin akıbetini sormuş, Mahmut Şevket Paşa da "Hepsi millete ait olacak" demişti. Tabii ki "millet" derken, İttihatçıları kastetmişti![13]
Yağmalanan bu eşyanın çoğu Paris'teki müzayedelerde yüksek fiyatlarla satılmıştı.
Milyon dolar değerindeki 250 at ve arabaları da yağma etmişlerdi! Abdülhamid Han'ın en çok sevdiği atını, Bulgar İttihatçı Sandanski'ye vermişlerdi. Bu terörist ilerleyen yıllarda bu at ile Müslüman köylerini basarak Türk kadınların ırzına geçmişti!
Devlet de bu soyguncular tarafından gasp edildiği için "Yıldız Yağması" olarak tarihe geçen bu büyük talan, cezasız kalmıştı. 17 Nisan 1919 tarihli İkdam gazetesi, İttihatçıların ve aldıkları kıymetli eşyanın listesini yayınlamıştı. Öyle isimler vardı ki sayılsa, kıyamet kopar![14]
Bu yayın üzerine 1920'de bir "inceleme" yapılmışsa da, Divan-ı Harbî Örfî tarafından suçlu bulunan soyguncuların hiç biri infaz edilememişti.
Cumhurbaşkanı Turgut Özal, 11 Mart 1991 tarihindeki SSCB ziyareti sırasında, muhteşem müzeleri gezerken gazetecilere, "Komünizm Rusya'da milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuş; ama tarihî ve kültürel değerlerini korumuş. Bizde ise, Sultan Abdülaziz'i ve II. Abdülhamid Han'ı devirenler, hazine ve sarayları yağmalamış" diye fısıldamıştı!
SAVAŞTA BİLE YOLSUZLUK YAPMIŞLAR!
Padişahın gayrı menkullerine de el koymuş ama yine de doymamışlardı! Beceriksizlikleri yüzünden girilen Cihan Harbi sebebiyle, millet süpürge tohumundan ekmek yapar; cephedeki asker Nazım Hikmet'in tabiriyle at pisliğinden arpa toplar hale gelmişti ama bu canavarlar, harbi bile istismar etmişti! Bütün İttihatçılar askerin istihkakını satıyor, bir de üstüne "karaborsacılık" yapıyordu! Nasıl olsa İaşe Müfettişliği Emmanuel Carasso idi, problem yoktu![15]
Peki sonra ne oldu? Zulüm ile "âbad" oldukları için akıbetleri "berbat" oldu. Zira 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Mütarekesi'ni imzalayıp hemen o gece kaçtılar ise de; Talat Paşa Berlin'de, Enver Paşa Türkistan'da, Cemal Paşa da Tiflis'te öldürüldü.
Geri kalan "gizli İttihatçılar" ise, yeni zulüm ve ifsadlar için Anadolu'ya gönderildi!
VAHİDEDDİN HAN'DAN SONRA OSMANLI YAĞMALANDI!
İttihat ve Terakki'nin Ankara versiyonu olan "Yeni İttihatçılar" da aynı talanı sürdürmüştü! Vahideddin Han'ın kovulmasından sonra başlayan soygun ve talan, bütün Osmanlı'nın yağmalanmasına kadar uzanmıştı!
3 Mart 1924 tarihli kararla sürgün edilen hanedanın her biri Avrupa köşelerinde farklı dramlar yaşıyordu. Bunun asıl sebebi ise Türkiye'deki mallarının resmen "yağma" edilmesiydi. Sultan ve şehzadelerin "şahsî" mülkleri ve değerli gayrimenkulleri, Ankara'nın muktedirleri arasında paylaşılmıştı!
Asırlardır saraylarda muhafaza edilen bütün altın ve değerli mücevherler ise, 1927 yılında 3 büyük kasaya doldurularak Ankara'ya götürülmüştü! "Kaşıkçı Elması"nın da içinde bulunduğu bu hazineye, İngilizlere satmak üzere değer tespiti yaptırılmış; ancak nedense vazgeçilmişti.[16]
Tek parti döneminde bütün Osmanlı varlıkları hatta şahsî arazi ve mülkler yağma edilmiştir. Osmanlı devletinin yok sayılması, tapu kayıtlarının imha edilmesi, bu yağmanın kamuflajıdır. Bu yağmayı yapan Jön Türklerden ve yakınlarından hiçbir hesap sorulmamıştır. Menderes bu anlayışı, "CHP bu memleketi, kendisine verilmiş bir 'fetih hakkı' olarak görüyor" şeklinde çok veciz anlatmıştır.
DEVLET MALLARI, "DEVLET PARTİSİ" CHP'YE!
"Selanikli garip bir ailenin yetim çocuğu" olarak yola çıkan ve 28 lira maaşı önce 150 liraya, Cumhurbaşkanı iken de 5 bin liraya yükselen Mustafa Kemal'in mal varlığını bu makaleye sığdıramadık! Ömrü savaşla, vatan kurtarmakla, devlet kurmakla, inkılap yapmakla geçen biri, bu kadar serveti nasıl elde edebilir, anlamak mümkün değil!
Talimatı üzerine 5 Eylül 1938 günü mutemedi ve Çankaya Köşkü Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak'ın kendisine okuduğu 50 maddelik listenin her maddesinde onlarca/yüzlerce mal varlığı zikredilmektedir. Farklı illerde köşkler; on binlerce dönüm arazi, yayla ve meyve bahçeleri; onlarca çiftlikte traktörler, tarım aletleri ve binlerce hayvan; bira, şarap, malt, süt, soda, buz ve deri fabrikaları; liman tesisleri; satış mağazaları; deniz motoru, kamyon, kamyonet ve otomobiller... Ayrıntı için İsmail Cem'in "Türkiye'nin Geri Kalmışlığının Tarihi" kitabına bakılabilir.[17]
Mustafa Kemal, bu devasa servetini CHP'ye bırakmıştı! "Devletin bir bölümü" olan malların ve İş Bankası hisselerinin, "bir siyasî parti" olarak bildiğimiz CHP'ye verilmesi, "CHP, devletin ta kendisidir" anlayışının eseridir!
Vahim bir ayrıntı ise, Hindistan Hilafet Komitesi'nin, güya "Hilafet kurtarılsın" diye gönderdiği paralarla kurulan İş Bankası'nın, İslâm düşmanlığını "kalıcı" kılan CHP'ye sponsor olmasıydı!
"Parasızlıktan okutamadığı oğullarına Atatürk burs verdi" denen İnönü'nün serveti ise, "Ebedî Şef" kadar değilse de, "Millî Şef"e layık idi! Ankara'dan İstanbul, İzmir ve Antalya'ya kadar uzanan arsa, arazi ve daireler; İş Bankası'nda hisseler...
CHP diktatörlüğünün diğer üyelerinin durumu da farksızdı! Üstelik de, "Biz devletin sahibiyiz" anlayışı, Anadolu'nun en ücra köşesindeki CHP'liye kadar yayılmıştı. Bunu bizzat İnönü, "Binlerce 'Millî Şef' türemiş. Sistem denetlemeye kapalı olduğu için bunlar halka zulmediyordu. Ben de etrafımdaki halkayı kırıp bu olaylara nüfuz edemiyordum" şeklinde yakınarak itiraf etmişti![18]
Tek parti zulümlerini iliklerine kadar yaşayan rahmetli babam, "Halk Parti muhtarları, köyde kimin tarlasını, bahçesini, hatta karısını beğenirse el koyardı ve kimse ses çıkaramazdı" demişti!
"DEVLET BİZİZ" DEDİLER AMA BİZ ANLAMADIK!
CHP'lilerin "Bu devleti biz kurduk, sahibi biziz! Biz asılız, biz ne istersek yaparız" gibi meydan okumalardaki "derin" manayı biz tam anlayamadık!
Zira faşist ideolojilerdeki tek parti mensupları, "devlet ile özdeş"tir. Yani "devlet" derken kastettikleri kendileridir. "İttihat ve Terakki"den, "tek parti"ye intikal eden bu sakat anlayış, 1950'den bu yana da "CHP" ile devam etmektedir.
Yani millet kimi seçerse seçsin; her zaman "devlet", CHP'dir. Her CHP'li, devletin asıl sahibidir; istediği gibi kullanabilir!
1960'tan itibaren sık sık sahneye çıkan darbeciler de bu anlayışı devam ettirmiştir. Yani, Türkiye'nin kalkınmasına çelme takarak emperyalizme hizmet edenler, milletin malını yağmalayarak ödüllendirilmiştir. "28 Şubat"çı generallerin sadece banka hortumları bile milyar dolarlar mesabesindedir.
Vahim ayrıntılarını tam olarak bilemediğimiz bu soygunlar, karşılıksız kalmıştır! Mustafa Reşid Paşa'dan günümüze kadar hiçbir Batıcı, İttihatçı, CHP'li, Kemalist, laik rüşvetçi hesap vermemiştir!
Bu "iki asırlık koruma"yı çok iyi bilen İmamoğlu, 11 Nisan 2025 günü İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi'nde savunma yaparken bu sebeple "Bana bakan Mustafa Kemal'i görür" demişti!
Ama artık bu "büyü" bozulmuş, "Vesayet Gemisi" ilk defa çok fena su almıştır!
Türk yargısı, İstanbul, İzmir (eski), Adana, Antalya gibi büyükşehirlerin yöneticisi başta olmak üzere 15 CHP'li başkandan, millet adına hesap sormaktadır.
Nitekim ilk defa CHP İstanbul İl Kongresi iptal edildi, 196 delege uzaklaştırıldı; yeni başkan ve üyeler görevlendirildi. Bu gelişme, zaten mahkemelik olan ve Özgür Özel'in genel başkan olmasını sağlayan 38. Olağan Kurultay'ın da iptalinin habercisidir. Yani iki asırdır "dokunulmaz" olan "vesayet gemisi" hızla batmaktadır.
Bu dönemde dümende bulunan Özgür Özel, tabii ki "Gemiyi batıran kaptan" olarak paniktedir.
[1] Kılıçdaroğlu: İnşallah savcıların başına bir şey gelmez, Zaman, 18 Aralık 2013.
[2] Ürdün Prensi Raad'ın 20 bin metrekarelik bostan davası, Hürriyet, 31 Ocak 2008; Ürdün Prensi İstanbul'un 4 ilçesinin ortağı oldu, Milliyet, 15 Haziran 2012
[3] Alperen Demir, Çerkes Hasan Vakası, Babıali Kültür Yayıncılığı, İstanbul 2018, s. 33.
[4] Süleyman Kocabaş, Sultan Abdülaziz ve I. Meşrutiyet, Vatan Yayınları, İstanbul 2001, s. 118.
[5] Henry Elliot, İntihar mı, Katl mi? Yahud Vaka-i Sultan Aziz, Kitapçı İlyas, İstanbul (baskı tarihi yok), s. 14.
[6] Çerkes Hasan Vakası, s. 47.
[7] TDV İslâm Ansiklopedisi, Hüseyin Avni Paşa, Editör: Ali İhsan Gencer, İstanbul-1998, c. 18, s. 526-527.
[8] Kayıp kız bulundu, Hürriyet, 1 Kasım 2018; Hüseyin Avni Paşa'nın mirasçıları, köprü ayağındaki 113 bin dönümü istiyor, Sözcü, 2 Kasım 2018.
[9] Murat Bardakçı, Mahkûm sadrazam, zindanda donunu bile değiştiremezdi, Haber Türk, 6 Aralık 2009.
[10] İkinci Abdülhamid'in Hatıratından, Büyük Doğu, 23 Ocak 1948.
[11] Ahmet Şimşirgil, Kayı-X: II. Abdülhamid Han, Timaş, İstanbul 2021, s. 221.
[12] Orhan Koloğlu, İttihatçılar ve Masonlar, Pozitif Yayınları, İstanbul 2012, s. 94.
[13] Ekrem Buğra Ekinci, Yıldız Sarayı nasıl yağma edildi, Türkiye, 17 Ekim 2022.
[14] Ekrem Buğra Ekinci, İmparatorluğun mezarcısı oldular, Türkiye, 20 Mart 2013.
[15] Ekrem Buğra Ekinci, Bal tutan parmağını yalar, Türkiye, 13 Kasım 2023.
[16] Murat Bardakçı, Şahbaba, Pan Yayıncılık, İstanbul 1999, s. 258-269.
[17] İsmail Cem, Türkiye'nin Geri Kalmışlığının Tarihi, İş Bankası Yayınları, İstanbul 2008. 235-239.
[18] Cihat Baban, Politika Galerisi Büstler ve Portreler, Remzi Kitabevi, İstanbul 1970, s. 289.