Geliniz, bugün söze, herkes kendi yolunda gider, biz de 'Yolcu yolunda gerek' diyerek Endülüs'le ve 'Endülüs'e Ağıt' mersiyesi ile başlayalım; fizikî bedenleri milyonlarca yıldır akıp giden hayat ırmağının içinde yok olanlar için değil, ezelden ebediyete kadar hep var olacak zıt kutuplar dünyasında sahip olduğumuz kendi aslî değerlerimizin meselelerini , bu Endülüs Mersiyesi'nin mesajlarından da anlamaya çalışalım.
***Ancaak, önce Müslümanların 8 asra yakın bir süre devam eden Endülüs hâkimiyeti ve medeniyeti üzerine birkaç kelâm edelim. Tarih, ezelî bir tekerrürdür, nice firavunlar geldi geçti; yine de ders alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
Ebu'l-Beqâ Salih bin Şerif isimli bir Müslüman'ın 1490'lı yıllarda yazdığı ve (Sultan Fatih'in oğlu) Padişah 2. Bayezid'e gelip imdat isteyen Endülüslü Müslümanlardan oluşan bir heyet tarafından Padişah huzurunda okunan ve (merhûm Sezaî Karakoç tarafından da) 'Endülüs'e Ağıt' adıyla Türkçeye çevrilip idraklerimize bir kor parçası gibi bırakılan 'Endülüs Mersiyesi' bir 'ağıt' ile başlayalım.
***Ekleyelim ki, o zaman, Bizans'ı tarih sahnesinden silecek kadar güçlü olan Müslümanların elinde Akdeniz'in Batı ucundaki Endülüs'ün imdadına yetişecek güçte bir donanması yoktur, henüz...
Bu noksan görülür ve güçlü bir donanma yapılmasına başlanır ve 45 sene kadar sonralarda, Milâdî-1538'de Preveze Deniz Savaşı'nda, Haçlıların güçlü ortak donanması, Barbaros Hayreddin Paşa komutasındaki bu yeni donanma gücü tarafından ağır bir yenilgiye uğratılır.
Ama, iş işten geçmiş, Müslümanlar, İspanya ve Portekiz'i bünyesinde barındıran ve ilk kez 780 yıl kadar önce geldikleri İber Yarımadası'ndan ve hattâ Milâdî -710'larda Paris yakınlarındaki Puvatya bölgesine kadar ilerlemişlerken; katledilmekten kurtulup Kuzey Afrika'ya, geldikleri topraklara geri dönebilen Müslüman halkların yürek dağlayan Endülüs hâtıraları, sadece o zamana, mekâna ve coğrafyaya değil, dünyadaki bütün Müslüman ve de mazlum, hele de iç ihanetlerle mustaz'af (zayıf değil, zayıflatılmış) durumuna düşürülen halkların ortak kaderi olarak, Afrika'dan, Avrupa ve Asya'ya, Balkanlar'a, Türkistan'a, Arakan'dan Hindistan ve Çin'e kadar her yerde hâlâ da tekrarlanıyor; tekrarlanmak isteniyor.
Endülüs'ten Kuzey Afrika'ya, geri çekilişimizin ise ne büyük felaketlerle gerçekleştiği bir yana, bir ayrıcalığı daha olup, Haçlı Dünyası tarafından, İstanbul'un Müslümanlarca 1453 yılında fethedilişinin ve Bizans'ın çökertilişinin 40 yıl sonra alınan rövanşı olarak görülmüştür.
Müslümanlar Endülüs ve bütünüyle İber Yarımadası'ndan geri çekilirken, 780 yıl kadar kaldıkları o topraklara, Endülüs diyarlarına, bir daha göremeyecekleri bir dağ burnundan, son kez bir daha ve elbette ağlayarak bakmışlar. O yüzdendir ki, o dağ burnuna, İspanyolca'da 'Arap'ın son gözyaşı dağı' mânasına gelen bir deyim olarak kullanılmış, uzun süre. (Belirtmek gerekir ki; elbette, İspanyolların farklı etnik unsurlardan olan o Müslümanlara 'Arap' demesi, Balkanlar'daki Müslümanlara da hangi etnik unsurdan olurlarsa olsunlar, topluca, 'Türk' denilmesi, dünyaya bakış açılarındaki sağlıksız bakışlardan kaynaklanıyordu.)
***Emevîler döneminde Müslümanların muhteşem kumandanlarından Tarık bin Ziyad'ın emrindeki Müslüman ordularının 'İlâ'y'ı Kelimetullah (Allah'ın hükmünü, dinini yüceltmek ve hâkim kılmak) dâvası için, miladî -710-718'li yıllar arasında Vizigot Krallığı'nı yenilgiye uğratarak (bugün, İspanya ve Portekiz'i bünyesinde taşıyan) İber Yarımadası'na hâkim oldukları zaman dilimini ve o diyarlardan, 780 yılı bulan maceramızdan sonra 1492 yılında Haçlı Orduları tarafından yenilgiye uğratılışımızı göz önüne getirelim. (Akdeniz'in batı ucunda, Atlas Okyanusu'na açılan, Kuzey Afrika'dan İber Yarımadası'na geçilen boğazı Müslümanlar hep Cebel-ut-Târık Boğazı , Hristiyanlar ise, Septe Boğazı olarak anarlar.)
Müslümanlar bu ric'at/ geri çekiliş esnasında çok felaketler yaşadılar, katledildiler. Kadın ve çocukların köleleştirilmesi faciası ölümden de beterdi. Hele de, Hristiyanlaştırılmak istenmeleri ve o baskılar karşısında, ölmemek adına, Hristiyanların değerlerine teslim olunmasını isteyen bazı hainlerin ortaya çıkması, daha da tahammül edilmez felaketlerimizdendi ve o gibi hıyanetleri kurtuluş sanan yaklaşımlar, nice Müslüman toplumlarının kalp ve beyinlerini hâlâ da meşgul etmektedir..
Ve bu girizgâhtan sonra, gelelim, 'Endülüs Mersiyesi'ne..
Endülüs'e Ağıt
Çıkan iner, kalkan düşer, her yükselişin var bir sonu...
Niçin bunca gurur; maldan, mülkten, ad'dan-san'dan insanoğlu?
Oluşta ne var ki, olduğu gibi dursun, hiç değişmesin...
Sen de gök gibisin, bir gün masmavi güneşli, bir gün bulutlu...
Bu dünya kime kalmış, yaramış ki; kalsın, yarasın sana da...
Yok hiçbir çizgisinde bu yeryüzünün ölmezlik rengi ve ölmezlik kokusu...
Zaman değişmek bilmez, kesin ölçülü ve hükümlüdür,
Geri döner, paralar sahibinin zırhını; kılıçlar ve kargılar iIeri doğru işlemez oldu mu...
Zaman bu, ona ne kılıç kını dayanır, ne meşhur kaleleri sultanların.
Kınlar eskir, kaleler çürür, o kaleler dünyanın en sarp yurdu,
'Gımdan' (şehri) olsa da.. Gımdan, o şahin bakışlı ve kartal duruşlu...
Nerede? De bana, o tâclı hükümdarları Yemen'in?
De bana, onların tâclar içinde bile tâc olan tâcları ne oldu?
Şeddâd'ın cennet diyerek kurduğu saraylar ülkesi İrem,
Sasânî'lerin ebedî sanılan devleti ne oldu?
Altınları yığdı -yığdı da bir dağ yaptı Kaarun, hani o dağ?
Hani 'Âd', hani 'Adnan', hani 'Kahtan', dünya nimetlerinin köpüren yurdu?
Reddi mümkün olmayan bir hâle uğradılar.
Bir masal oldu onlar. Bir varmış-bir yokmuş... Bir toz toprak bulutu...
O tâclar, o devletler, o mülkler, saltanatlar, bir rüyadır artık...
Her biri, hayalden geçen gölge gibi zamandan geçip durdu..
Gün oldu, 'Zaman' denen yaman er, sağa döndü Dâra'yı uçurdu bir vuruşta;
Sola döndü Kisrâ'yı; Kisra'yı ne tahtı, ne Saray'ı kurtarabildi, korudu.
Saltanatının yeller esti yerinde, yellere hükmeden Süleyman'ın;
Şiddetinden ötürü Sâ'b denen Munzir'se, don vurmuş ağaçleyin kurudu.
Zamanın fâciaları çeşit çeşit, türlü türlüdür: O, ne zengin fâcia bezirgânı!
İki burçlu bir kaleyse o, sevinç bir burcu, hüzün bir burcu.
Her fâciayı unutmak mümkün, olup biten bütün bunları unutmak olabilir.
Ama, İslâm'ın başına geleni avutacak ne bir neşe olabilir, ne unutturacak bir korku.
Endülüs'e öyle bir felâket çöktü ki, yok bir eşi.
Dehşetinden Medine'de Uhud, Necid'deki Şehlan Dağları yerinden oynadı,
Bir deprem ki, yer yarıldı, arz boyu...
Ah! Yarımada'da İslâm'a göz değdi. Yağdı belâ yağmur gibi..
Şimdi o canım Endülüs şehirlerinde, İslâm'ın ne nâmı var, ne nişanı!
Sanki hiç olmamıştı, sanki baştan beri yoktu.
Belensiye'ye bir sor, Mursiye'nin hali nicedir?
Şatibe'nin başına gelenler? Ceyyân ne oldu?
Toprağı buram buram bilgi tüten Kurtuba..
Bilginlerinin adı taa uzaklarda çınlayan Kurtuba'ya ne oldu?
Nerede Hıms'ın o ışıklı, o aydınlık bahçeleri, güneşi tazeleyen bahçeleri.
Tükendi mi çılgın çılgın akan şeker gibi tatlı nehirlerinin suyu?
Endülüs binasının temelinde birer köşe taşıydı bunlar.
Bu güzelim vatan köşeleri kül hâline geldikten sonra; yaşamak, boşun boşu,
İnsan yaşamaya ne borçlu?
Yüce Şeriat, yârinden ayrılmış bir genç gibi..
Güçlü bir genç gibi sessiz fakat gözünde gözyaşı dolu.
İslâm'dan boşalıp inkâr karanlığıyla dolan Endülüs için,
Ulu Şeriat; karalar bağladı, gece-gündüz yas tuttu.
Cami, Kilisedir artık, Hilâl yerine Haç asılı.
Nur kaynağı Ezan yerine, bitmeyen bir çan sesi, bir baykuş uğultusu...
Mihrablar ki taştandır, minberler ki ağaçtan,
Canlı-cansız ne varsa, bu hâle inledi durdu.
Ey ibret dolu geçmişten ibret alacak yerde, günü birlik işlere, dedikodulara batmış kişi!
Sen uyu bakalım; ama zaman için ne demek dinlenmek, ne demek uyku!
Ey göğsünü gererek, 'Benim ülkem, saltanatım..' diye kurumundan geçilmeyenler!
Siz Hıms'ı gördünüz mü?
Hıms'tan sonra hangi vatan verir insana vatan fikrini, duygusunu?
Endülüs'ün başına gelen felâket, tarihin bütün felâketlerini unutturdu;
Ama, dünya durdukça unutulmayacak, yâd edilecek bir felâkettir bu!
Ve siz, ey yarış yerlerinde şahin gibi uçan,
Yay gibi gergin Arab atlarının üstüne kurulu süvariler!
Ve siz, savaşın karanlığı, toz dumanı içinde,
Pırıl -kılıçlarını savuran kahramanlar ordusu!
Ve hele siz denizaşırı ülkelerde, bin nimet içinde,
Saltanat içinde, muhteşem bir hayat sürenler;
Bir hayat; kesintisiz, bir ömür boyu!
Endülüs'ten, Endülüs'ün zavallı halkından var mı haberiniz?
Her yer onların felâketini duydu, sizin kulağınız sağır, gözünüz kör, kalbleriniz meflûç mu?
Ölen asker, esir kadın, ufuklara bakıp bizden,
İmdat ummuş, beklemişti; son âna dek.. Hiç düşündünüz mü bunu?
Onların sesi, insan olanın yüreğini eritirken
Siz Müslümanlar, onların kardeşi, kayıtsız, halinden memnun ve haz maymunu!
Yürekli, utanan, alçalmaktan korkan,
Kardeş için can veren kimse kalmadı mı yeryüzünde?
Hakk'ın yardımcısı, Hak peşinden giden, kendini Hakk'a adamış tek kişi yok mu?
Dünyanın efendisiydi bu millet, şimdi dünyanın kölesi.
Neler çekiyorlar? Yüzleri bile tanınmaz hâle geldi. Ya Rabb! Ne kaderdir bu!
Kendi yurtlarında bey idiler, şimdi küffar ülkesinde uşak..
Ululuğun doruğundan eziliş uçurumuna yuvarlanan bu halka acıyan yok mu?
Alçalışın örtüsü, kalın bir gece gibi sarmış dört yanlarını.
Başsız, şaşkın, olup bitene hayrette, gözleri büyümüş, bakışları korkulu.
Sen de şahit olsaydın benim gibi,
Onların yurtlarından koparılıp satılışlarına pazarda, ey insanoğlu.
O hıçkırıklar senin de aklını koymazdı yerinde benim gibi.
Canı vücuttan çeker gibi ayırdılar, anadan yavrusunu..
Ya, o kızlar ki yakuttan ve mercandan dökülmüşlerdi sanki. Ve bir sabah;
Dağ ucundan yeni çıkan bir güneşin mâsumluğu içindeki
O Meryem yüzlü kızları da saçlarından sürükleyip götürdüler,.
Yürekleri parça parça, babalarsa kan kustu.
Daha ne anlatayım, yüreklerin erimesi için bir tanesi yeter anlattıklarımın,
Eğer o yüreklerde, İslâm'dan ve imandan bir eser varsa elbette, ey insanoğlu!'
***Evet, 550 sene öncelerde yakılmış olan bu 'ağıt'ın dünyanın her tarafındaki mazlum Müslümanların ve mustaz'af (hele de içerden yetişen hainler ve emperyalizmin kuklaları eliyle daha bir zayıflatılmış) halkların kurtarılması dâvasına ve yüreklerimizi daha bir diriltecek çetin mücadelelere hazırlamasında bir nebzecik de olsa tesiri olsun niyazıyla...