Birleşik Amerika'nın 1995'lerdeki başkanı olan Clinton, ilk 'Atom Bombası'nın 1945'de Japonya'nın Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine atılmasının 50. Yıldönümü'nde, o silahın kullanılmasından dolayı, bütün insanlıktan özür dilenmesi söz konusu olunca, onun 1946 doğumlu oluşu ve o bombaların kullanılmasında hiçbir rolünün olmayışı açısından, en münasip ABD Başkanı'nın kendisi olduğuna bakarak o yönde bir eğilim gösterir gibi olmuş; ama, sonra, böyle bir özür dilemenin, Amerika'nın zaafı olarak algılanacağını ve o Atom bombasının da gerçekte savaşı durdurmak için atıldığını; öyle yapılmasaydı, belki milyonlarca insanın daha öleceği kaygısının taşındığı görüşünü dile getirmiş ve özür dilememişti.
Evet, savaş uzayacak olursa milyonlarca insan daha öleceğine ve ilk olarak kullanmayı düşündükleri Atom bombası ile daha az insan ölürdü.
Daha ilginç olanı ise şuydu ki, Japonya da, 3 ay önce 8-9 Mayıs 1945'de kayıtsız-şartsız teslim olan Nazi Almanyası gibi teslim olmanın yollarını arıyor ve bunun için eski bir Japon Başbakanı'nı bu konuda görüşmeler yapması için gizlice Moskova'ya göndermiş bulunuyordu. Sovyet Rusya da, bu arabuluculuktan zevk alıyordu.. Çünkü, 1905'de Çarlık Rusyası ile Japonya, üstelik de Rusya'nın doğusundaki Rusya topraklarına gemilerle çıkarma yapan Japon orduları tarafından Rusya ağır şekilde yenilgiye uğratılmıştı.. (Japonya karşısında alınan o yenilginin getirdiği büyük iç huzursuzluklar, Rusya'da, 12 sene sonra, 1917'de Komünist-Bolşevik İhtilali' ile noktalanacaktı.) Şimdi ise, 40 yıl öncelerdeki o ağır yenilginin rövanşı alınacaktı ve o eski muzaffer düşman, şimdi, kurtulmak için, Rusya'dan yardım dileniyor duruma gelmişti.
Ama, Amerika, Japonya'nın Sovyet Rusya'dan arabuluculuk yapmasını istediğini haber alınca, ilk olarak kullanmayı ve bütün dünyanın teslim alınacağını, Atom bombasının kullanılması için daha müsait bir zamanın ve fırsatın ele geçmeyeceğini düşündüğü ve Amerika'ya 'karşı konulamayacağı'nın bütün dünyaya gösterileceği bir sırada, devreye bir de Komünist Sovyet Rusya'nın girmek istemesine seyirci kalamazdı..
ABD Başkanı Truman, işte öyle bir güç hesabı ve dünyanın yeni dengelerinin nasıl kurulacağı planı üzerine vermişti o kararı..
Ve 300 bine yakın insanın kavruluvermesi karşısında sadece Japonya değil, bu bombanın ne olduğunu anlamaya çalışan bütün dünya da şoke olmuştu.
O nükleer silahın kullanılmasıyla, Radyo-aktivite ışınlarıyla bedenlerinde tedavi edilmeyen derin ve kapanmaz yaraların oluştuğu 100 binler de cabası... Kezâ, o şehirlerde bir-iki sütundan başka, ayakta hiçbir şey kalmamış, küllüğe dönüşmüştü.
Ve Atom bombasının kullanılmasından 50 yıl sonra insanlıktan özür dilemenin, Amerika'nın zaafına verileceği, ABD derin devletince kararlaştırılmıştı.
Genetik ilmiyle meşgul olan araştırmacılar, sadece ferdlerin değil, toplumların da, bu gibi büyük ve karşı konulamaz olduğu sanılan güçlere sahip olunduğu duygularının, insan bedenini teşkil eden hücrelerde, kromozomlardaki 'gen'lerde meydana gelen frenlenemez bir zafer coşkusu veya ağır yenilgi karşısında ise, tam bir tükenmişlik halindeki çöküş duygusu'nun nesillerden nesillere intikal eden etkilere veya tahribata yol açacağını belirlemişlerdi.
Ferd planındaki tepkilerin en ilgi çekici olanlarını ise, o Atom bombalarını kullanan pilotların, mahiyetini bilmeksizin attıkları o bombalarla 100 binlerce sivil insanı öldürdükleri kendilerine söylenince verdikleri tepkilerden anlayabiliriz:
Birisi, 'Ben bir asker olarak, vatanım için verilen emri yerine getirmiş olmakla gurur duyuyorum, huzur içindeyim, vs.' demişti; diğer ise, attığı o bomba'yla bir anda, 100 binden fazla sivil insanın kavrulduğunu öğrendiğinde, bütün vicdanî ve aklî melekeleri alt-üst olup 'delirmiş' ve bir tımarhaneye kapatılmış ve orada, 25 sene kadar kaldıktan sonra ölmüştü..
'Bu iki tip insandan hangisi, gerçek insanlık mânasına daha yakındı?' diye sorulsa, ne deresiniz?
Bu bilinenleri niye mi tekrarlıyoruz?
İlân edilmemiş bir savaş türüyle karşılaşsak da, böyle bir fiilî savaştan geride kalanların her birisi, yaşama azmini ve hayatiyet gücünü devam ettirmek için, ya, en hazırlıksız zamanda yakalanıldığı halde ezilmediklerini ya da kendilerini savaşın mutlak galibi gibi göstermeye çalışırlar.
Amerikan emperyalizminin başkanı Trump ise, konuyu 'İsrail-İran Savaşı' çerçevesi içinde göstermeye ve böylece Siyonist İsrail rejiminin karşı konulmaz bir güç olduğu havasını vermeye çalışıyor. Çünkü, İsrail, Amerika Birleşik Devletleri'nin 51. Eyaleti durumunda ve gerçekte ise, Amerikan emperyalizminin kaptan köşkünde bulunuyor. Böyleyken, bu 51. Eyalet'in fiilen küçük bir devlet olarak gösterilmesi, Amerika'nın asla yenilemez bir dünya gücü olduğu havasını vermeye daha bir hizmet edecek umudu taşıyor. Bütün bunlar olurken, Amerikan Senatosu'nda, 'Trump'ın Kongre'den izin almadan ülkeyi fiîlî bir savaş durumuna soktuğu'na dair bir muhalefet tezkeresi Senato'da oy çokluğuyla reddedildi ve Trump'ın bu gibi asker kullanma konularında Kongre'den izin almaya mecbur olmadığı zımnen ilan edilmiş oldu..
Evet, Amerikan emperyalizmi, daha önceden de olduğu üzere, barış türküleriyle, savaşsız bir dünya vaadleriyle seçilen Trump Efendi zamanında da bütün dünyaya, 'dünyanın tek jandarması' olduğu ve gerekli gördüğü her yere, her gerilime, her ülkenin iç işlerine de frenlenemez ve sınır tanımaz bir dünya jandarması olarak müdahale etmek yetkisinin olduğunu anlatmış oluyor..
Nitekim, Trump, şimdi, tıpkı kendisi gibi, ellerinden ve dudaklarından, Gazze'li 70 bini aşkın mazlum ve savunmasız insanların kanları damlayan Netanyahu isimli katili, 'büyük bir savaş kahramanı' olarak niteliyor, utanmadan..
İran lideri Ali Hamaney'i ise, 'Yenilmedik, her yerde saldırgana kendi planlarımızla karşılık verdik.' dediği için, 'Daha nasıl yenileceksin, Cehennem'e gitmişçesine dayak yedin.. Hayatını da bana borçlusun.. Bana bir teşekkür etmek varken, hâlâ yenilmediğini iddia söylüyorsun..' gibi laflarla, aklınca muaheze ediyor. Ve bir ara durup, 'Doğrusu, iki taraf da ağır zarar gördü.' diyor ve sonra da sahneye kendilerinin çıktığının hatırlatıyor.
Trump, iki tarafın da ağır zarar gördüğünü itiraf ederken, kendisinin, her iki taraf arasında, 'durun bakalım.' diye mi yer aldığını söylemiyor ve İran'ın nükleer merkezlerini ağır şekilde, bir daha kullanılamaz şekilde yok ettiklerini' belirtiyor ve "gerekirse, yine vururum." diyor.. Demek ki, iki taraf arasındaki bir savaştan söz ederken, gerçekte, bu savaşın, Amerika ile İran arasında cereyan ettiğini kendisi de itiraf etmiş bulunuyor.
Amerikalıların ve Batı dünyasıyla onların Filistin'e yerleştirdikleri 'siyonist fino'nun korkulu rüyası olan Müslümanları bu gibi savaşlarla yeneceklerini sanıyorlarsa...
Trump ve etrafındakiler, yardakçıları ve 'fino'ları bilsinler ki, 'Allah'u Ekber.' diye meydana çıkan ve zulme teslim olmayanları öldürdüğünüzü zannettiğinizde bile, asıl yenilen, yine siz olursunuz.
Mr. Trump, eğer Hz. İbrahim, Hz. Musâ ve Hz.İsâ'nın ve onların samimî tarafdarlarının kendi zamanlarının dev maddî güçleri olan Firavunlar, Nemrud'lar ve Roma İmparatorları karşısında yenilip yenilmediklerine kalp gözüyle bakmalarını tavsiye olunur.