Dünkü Kızılcahamam toplantısına damga vuran konuşma; Cumhurbaşkanımıza aitti ve adeta Türkiye'mizin tarihinde yepyeni bir evrenin başlangıcını haber veriyordu. Sadece Türkiye'nin değil dünyanın dinlediği bir konuşmaydı, hassaten Suriye ve bölgeleriyle birlikte Irak da konuşma kaderinin içinde yer alıyordu.
Cumhurbaşkanımızın konuşmasıyla ilgili pek çok siyasi yorum yapılacaktır. Bu yüzden bendeniz, biraz da edebi ve hisler dünyasından yansımaları üzerine bir yazı kaleme almak istedim.
Her şeyden evvel kaderimize vurgu yapan, onu doğrulayan, adeta hayra tebdil olmasını murad eden bir konuşmaydı bu konuşma... Kaderini yani yeryüzündeki hizalanışını, konumunu, istif edilişini, neredeyse 3 yüz yıldır unutmuş bir ideolojik çerçeveyi, temelinden sarsacak bir konuşmaydı her şeyden evvel. 1.Meşrutiyet'ten bu yana evvela yüzünü ve bedenini, ardından ruhunu ve bakışını Batı'ya endeksleyerek, kendi varoluş koordinatlarını, medeni hakikatlerini yani aslen kaderini-alınyazısını unutmuş, hafızasını kaybetmiş, aslını inkar etmiş bir varoluşa (aslında varoluşamamaya) meydan okuyan bir konuşmaydı bu...
Komplekslerimizi sarsan bir konuşmaydı. Maveraünnehir'den bu yana atını hep Batı'ya sürmüş, aslında Doğu'ya doğru dönen bir dünyada, hareketini ters istikamette akmak ve hep akmakla bulan bir milletin, durup, kendine bakmasını ve düşünmesini, tefekkür etmesini teklif eden bir konuşmaydı. Türk'ün Batı'ya olan gem almaz tutkusu, ıstırabı, Doğu dendiğinde üstüne aldığı büyük yorgunluklar, kayıplar ve mağlubiyetlerle dolu o kabusları, omuzlarından hızla silkmek isteyişi, imrendiği Batılılar tarafından kabul edilmese de kabul görür gibi olduğu o küçük anlarda duyduğu, büyük ve kısa mutluluk anları! Karşılıksız sevdamız Batı... Tüm bu komplekslerimizle yüzleştiğimiz bir konuşmaydı...
Bu upuzun tutkumuzun esaretinden kurtulma teklifi vardı dünkü konuşmada...
Öz eleştiri vardı; şayet bir ve berabersek kardeşlerimizle, Yusuf'lar kuyulara atılmazdı, Yusufları kurtlar kapmazdı... Bizler 'biz' ve 'kardeş' olmayı unuttuğumuzda geliyordu başımıza gelenler. Hepimiz Yusuf olup, her birimizi başka kuyulara atıyorlardı işte şayet ayrılığa düşersek... Ayrılıktan, ayrılıklardan şikayetler vardı dünkü konuşmada...
Tevhide çağrıydı konuşma. Tefrikayla değil, eşref-i mahlukat olmanın büyük onuruyla bir araya gelen kardeşlerin destanını dinledim sanki dün... Hepimizi bir teknede eritip, bir sentez kurmaktan da bahsetmiyordu bu konuşma, Arap, Türk, Kürt tanımları ancak kardeşlik bilincinin güçlü korosuyla kendileri olmaya devam edebilirlerdi.
'Ulus' kimliğinin ne kadar dar ve sıkıcı olduğunu düşündüm konuşmayı dinlerken ve 'millet' olmanın-olabilmenin büyük gücünü hayal ettim. Dicle ve Fırat gibi, Türk'ün damarlarından fışkırıp, Arab'ın ve Kürd'ün ovalarına bereket saçan nehirlerin sesini dinledim... Büyük bir mefkure vardı dünkü konuşmada...
Dünkü konuşmada inancın gücünü de okudum. Emine Hanımın bu yepyeni barış döneminin startını veren eşini, gözyaşları içinde tebrik edişi... Kameralardan kaçındığı ve yüzünü eşinin göğsüne doğru sakındığı anlarda, döküğü gözyaşında, çektiğimiz ve başkalarının çektiği ama bizlerin de işittiği binlerce acının tartısı vardı. Bu iki eski arkadaşı, uzun yıllardır tanıyorum, hayatlarının en zorlu ve en kıvançlı anlarını hep birlikte yaşadılar. Birlikte yaş aldılar.
Konuşmayı ilk tebrik edenin bir kadın olması, yoldaş olması benim için çok değerliydi. Emine Hanım sadece eş ve yoldaş olarak değil, Arapça konuşulan bir evde büyümüş genç kızlığının hatıralarıyla da teşekkür ve tebrik ediyordu eşini öyle zannediyorum ki...
Konuşmada eşitliğin cıvıldaştığı sevgiyi hissettim, bu coğrafyada çok kanlar döküldü, çok ağıtlar yakıldı, evlatlarımız tabutlara sığamadı... Silahlara veda eden, düşmanlıktan, kinden değil de, sevgiden, umuttan, onurdan bahseden bir konuşmaydı...
Konuşma geleceğimizden söz ediyordu.
Allah yardımcımız olsun...