Liderlerin veya kahraman olarak görülenlerin 'putlaştırılmaları', ilkel toplumlarda bir sosyal hastalık durumunu yansıtır. Bu konuya değinmek bile insana gınâ getiriyor.
Ama n'apalım ki, bu sosyal hastalık bizde de yaşanmış ve Şevket Süreyya Aydemir tarafından itiraf olunmuştu 1975'lerde, 'Kahraman, putlaştığı zaman ölür..' başlığıyla yazdığı bir makalede.. Devamında da, 'Biz de filânı putlaştırdık.. Ve buna mecburduk..' mânâsında oldukça düşündürücü laflar da etmişti.
Komunist Kuzey Kore'nin ilk lideri olan Kim İl Sung böyle tiplerdendir. Ölümü zerinden yaklaşık 30 yıl geçtiği halde, ağlatma törenleri yapılıyormuş, hâlâ.. Gerçi, Mısır'da Cemal Abdunnâsır öldüğünde de kitleler, kendilerini kaybedercesine öyle ağlamışlar- ağlatılmışlardı. Ama, o devam etmedi.. Ancak, 'Ağır ağıt ve mâtem sanayii'nin sergilenişi, bazı Müslüman toplumlarda hâlâ da vardır, yazık ki..
Şiî Müslümanlar, Hz. Peygamber'in torunu Hz. Huseyn'in, Emevî Sultanı Yezid ve güçleri tarafından Kerbelâ'da, Hicret'in 61'inci yılında hunharca katledilmesi hadisesini 1300 küsur yıldır, kanlı gözyaşlarıyla anıyorlar, 'Girye/ gözyaşı, şia'nın en büyük sermâyesidir..' söylemiyle.. Ama, bu bir istisnaî durumdur.
*
Halbuki, ölüm, hayatın tabiî şeklidir. İnsan sevdiklerini kaybedince elbette üzülür ve gözyaşı da döker ama, bunu, her ölüm yıldönümlerinde , hele de küçücük çocuklara bile yaptırmaya çalışmak, evet, bir ilkelliktir.
Ve, 'Onun sâyesinde varız.. Eğer o olmasaydı, vs..' gibi lâflar bir toplumu köleleştirmek için kılıf olarak dile getirilir. Halbuki, İslâm, varlığını ve gönüllerde kurduğu hâkimiyet ve hükümranlığını beşer planında kimseye borçlu değildir. İslâm'a ebediyyet va'dolunmuştur.
Buna rağmen, belli bir lider kutsamacılığı veya putlaştırmasına bahaneler uyduranlara, 'Yahu arkadaş, 950 sene öncelerde, 1071'de, Malazgirt'te, Doğu Roma İmparatorluğu'nu, Bizans'ı yenilgiye uğratarak bu topraklara yerleşmemizde en etkili isim olan Sultan Alparslan için, Selahaddin Eyyubî veya Osman Gazi için, Bizans İmparatorluğu'na son veren Fatih Sultan Mehmed ya da Sultan 2. Abdulhamîd ve benzeri isimler vefat ettiklerinde, ilk anda ağlandıysa bile, hangisinin ardından böyle, sürekli ağlama törenleri yapıldı?' diye sormak gerekir.
Bizim inancımızda ve kültürümüzde böyle bir gelenek yok..
*
Bu inanca bağlı olan insanların çabaları, çırpınışları, o inancı korumak için kan ve can veren herkese minnet borcu vardır, onları şükran duyguları ve rahmetle anarız. Ama, daha fazlasına, hayır! Onlara asırlarca ağlayıp durmayız..
Hele de, bu gibi durumlar zorla yaptırılırsa, asla!..
Ve unutmayalım, Osmanlı'dan kalma Ceza Kanunu'nda, 'Enbiyâya ta'n (Peygamberlere hakaret) etmek' suçu vardı. O kanun 1925'de kaldırıldı.. Ama, yerine, sonraları, başkaları için özel kanunlar getirildi.
Evet, bu gibi ilkel uygulamalardan bir an önce kurtulmak ümidiyle..
*
İki NOT:
1- Önceki (7 Kasım tarihli), yazımda, 'İran'ın Müslüman halkını özgürleştirmek adına devreye girenlerin kimler olduğu' anlatılmaya çalışılmıştı. Okuyuculardan bazılarının, o yazıda, İran'ın yanlışlarının savunulduğu gibi bir zehaba kapıldıkları anlaşılıyor. Nitekim, İran devletinin Irak, Suriye, Yemen, Afganistan gibi diyarlarda takib ettiği mezhebçi siyasete ve keza, Ermenistan'a destek vermesini niçin eleştirmediğime dair mesajlar aldım.
Halbuki, o yazının konusu, İran'daki son karışıklıklardı. O konularda ise, eleştirilerimi defalarca yazmışımdır.
Böyleyken, bazıları, İran devletinin beğenmedikleri bazı uygulamalarının sorumluluğunu Müslüman halkın üzerine de yıkıyorlar ve o halkın başına ne sıkıntı gelse, ona müstahak olduklarını söyleyecek kadar derin nefret içinde olduklarını sergiliyorlar.
Bu gibi kimselere, hem o yazımı bir daha okumalarını; hem de, (Maide Sûresi'nde, 8. âyetin) 'Bir kavme olan kininiz, sizi onlar hakkında adaletsizliğe sevketmesin..' meâlindeki hükmünü hatırlatmak isterim.
2- 'Ekmek Üreticileri Birliği Başkanı' diye anılan bir kişi, 'Avrupa ve Amerika'da ferd başına yıllık ekmek tüketimi, 45-50 kilo; bizde ise, 220 kg. kadar.. Çok ekmek yiyen halklar aptal olurlar..' gibi laflar etmiş.. Ve, 'Bizim halkımız da bunun için aptaldır..' demiş ve sonra da halkın aptallığı iddiasından siyasî konulara da geçmiş..
O kişi, her ne isterse, yemeye devam edebilir..
*
Ama, burada yeri gelmişken, biz de bir hikâye anlatalım.
1908'de 2.Meşrutiyet ilân olununca, 'Halk, Meşrutiyet'in ne olduğunu bilmiyor, halka anlatılması için, toplantılar yapılmalı..' diye karar verilir.
Her meslek grubuna hitab edecek farklı kişiler belirlenir..
Bunlardan, halk arasında 'feylesof' diye anılan muzip birisi, bir meslek grubuna hitab eder:
-Ey, filânlar.. Siz Meşrutiyet nedir, bilir misiniz?
-Hayır, bilmeyiz!..
-Meşrutiyet, öyle bir nesnedir ki onu bilmeyen, eşşektir..
-Yani, biz?..
-Hayır.. Sizin babanız da bilmiyordu..
-Yani bize hakaret mi ediyorsun?..
-Hayır.. Benim babam da bilmiyordu..'
*
Bu hikâyeden hisse çıkarmak için, az ekmek yemek şart değildir.