(16 Temmuz-Çarşamba günkü yazımızda '15 Temmuz Hıyaneti'ni değerlendirmeye çalışırken, darbelerin tarihî köklerinden hareketle, Birinci Dünya Savaşı'ndaki ağır yenilgimize ve 1923 ve sonrası darbe ve hıyanetlere değinmeyi bugüne bırakmıştık. Ancak, öne çıkan acil bir başka konu dolayısıyla, o vaadimizi bu yazının son bölümünde yerine getirmeye çalışacağız.)
*
Evet, mahallemizde geçmişte, nice haydutluklarıyla göstermiş olan dış saldırgan güçlerin yerinde, bugün, yeni Alman Başbakanı Merz'in itiraf ettiği üzere, onların kirli işlerini devam ettirmek için vazifelendirdikleri bir başka haydut var.. Gözüne kestirdiği her kişi veya aileyi rahatsız etmek ve mahalleden kaçırmak için yapmadık zorbalık bırakmıyor, çocukları ve analarını ve de savunmasız sivilleri katledecek kadar canavarca cinayetler işleyen bir haydut güruhu..
Çünkü, onun bütün o cinayet ve haydutluklarını, 'kendi hayat hakkını sürdürmek için yaptığı' şeklinde izah edecek ve hatta alkışlayacak bir 'eşkıya taifesi' arkasında duruyor; Mahallemizin dünlerdeki haydutlarından, eşkıyalarından..
Ve her saldırıdan sonra, mahallemizin aile reisleri veya sözleri az-çok geçen veya dinlenecek olanlar, tepki olarak, hep aynı nakaratı tekrarlıyorlar: 'Kınıyoruz.. Protesto ediyoruz.. Dünya niçin suskun?' Bunu yaparken de, bütün mahalleyi korumak düşüncesiyle değil, sadece sıranın 'kendilerine de geleceğini' düşünerek..
Halbuki asırların tecrübesinden imbiklenip gelen bir atasözündeki tavsiye ne kadar ders verici mahiyettedir: 'Beni sokmayan yılan, isterse bin yıl yaşasın!' diyen kişi de, o yılan tarafından sokulur.
*
Siyonist haydutlar örgütü İsrail, her gün bir yerlere bombalar yağdırmak saldırganlığına bir yenisini daha ekledi ve evvelki gün Suriye'nin başşehri Şam'da en hassas noktaları da vurdu ve hemen ardından da Amerikan Dışişleri Bakanlığı yaptığı resmî açıklamada, 'Bu saldırının bir yanlış anlamadan kaynaklandığı'nı ifade ediverdi! Yani, ciddiye alınıp da, tepki verilmemesi hatırlatması ve dolaylı tehdidi...
Bu açıklamadan sonra, bizim nice 'Trumpist/stratejist yorumcu'lar da ekranlarda hemen 'Trump'ı temize çıkarmak' istercesine, 'O'nun bu saldırıdan rahatsız olduğu' mânasını çıkardılar ve konuyu sadece Netanyahu, Trump vs. gibi kişilerle sınırlandırmaya çalıştılar, çalışıyorlar..
Halbuki, mahallemize baskın yapan haydutların en başında, USA emperyalizmi ve malum müttefikleri bulunuyor. Ama, bu gerçek, 'batıcılık siyaseti'ne gölge düşmesin diye saklanmaya çalışılıyor.
*
Gelelim, Çarşamba günkü yazımızın devamı olan darbelerle dolu tarihimize bakmaya..:
'TAİFE-İ LAİKUS SALTANATI' İÇİN, DARBE YAPMA TEKNİĞİ!!
16 Temmuz tarihli yazımda, '....' Birinci Dünya Savaşı'na girip ağır şekilde yenilgimiz..' ve sonuçlarına değinmeden, 1923 sonrası ve devamındaki nice askerî darbeler de anlaşılmaz, 15 Temmuz 2016 Hıyaneti de...' demiş, konunun devamını bugüne bırakmıştım. Devam edelim:
Önce bir noktaya bilhassa değinmek gerekiyor: 1918'de, Birinci Dünya Savaşı'nda, evet, yenildik hem de ağır şekilde.. Ama, devlet devam etti.. Yani, 'filanca devlet kurucusudur..' gibi sözler yanlıştır.. Yeni bir devlet kurulmamış, sadece, devletin yönetim mekanizması ve sistemi değişmişti.
Savaştan sonra birçok aksamalar olsa bile, yine de devletin yönetim mekanizması çalışıyor, işgal altında bile, hemen hemen bütün devlet kurumları, makamları, daireleri yukarıdan verilen yetki ve emirlerle ve bütçelerle işliyor; Valiler, kumandanlar, rütbeler, o devletin içinden yönetim sisteminin emir ve kanunlarına göre çalışıyordu.
O yönetim sisteminin şekli 'saltanat' idi ve iktidar, belli bir ailenin mensupları arasında el değiştiriyordu.. Kamu yönetiminde çalışan herkes de, Hılafet-i uzma ve Saltanat-ı seniyye'ye bağlılık yeminleri ediyorlardı..
*
1919'un 16 Mayıs'ında, -bir Devlet kararı olarak- Anadolu'daki mücadeleyi yürütmek için gönderilen kumandan da, İstanbul'dan ayrılmadan önce, Padişah Vahdettin tarafından kabul ediliyor ve 'Paşa, devleti kurtarabilirsin..' diyerek uğurlanıyordu.. 'Seryâver-i şehriyârî' (Padişah'ın Başdanışmanı) sıfat ve unvanını taşıdığı için, kendisinden daha yukarıda olan rütbedeki kumandanlar ve bütün askerî ve mülkî erkân da emrine veriliyordu..
*
Meclis-i Mebûsan, son toplantısını 12 Ocak 1920'de yapıyor ve 16 Mart 1920'de İstanbul'un, İngiltere liderliğindeki galip güçler tarafından işgali üzerine, Meclis, işgal güçlerinin baskısıyla, 11 Nisan 1920'de resmen kapatılıyor ve tutuklanıp Malta'ya sürülenler dışında, Meb'us'lardan birçoğunun da katılımıyla ve Anadolu'dan da, 'dinî salâbet' (sağlam inanç ve yüksek ahlâk) sahibi olmalarına dikkat edilmesi hatırlatmasıyla belirlenen, kanaat önderi denilebilecek yeni temsilcilerin katılımıyla, 23 Nisan 1920'de Ankara'daki Büyük Millet Meclisi çalışmalarına başlıyordu.
*
Ve, Anadolu'da Müslüman halk, canını, kanını, varını-yoğunu ortaya koyarak mücadele ediyordu ve Anadolu dışındaki coğrafyalardaki Müslümanlar da yardımlarını ulaştırıyorlar ve Batı Anadolu'daki Yunan ordusu ve destekçileri 1922 yılının 30 Ağustos'unda kesin olarak yenilgiye uğratılıyorlardı.
O zaferin nice seçkin komutanları da vardı, ama, tabiatıyla, ön planda, 'seryâver-i şehriyarî' sıfatlı olması hasebiyle, ve de 'Makam-ı Hilafet ve Saltanat-ı seniyye'ye bağlılık yeminleri ederek en ön planda olan göze çarpıyordu. Ama, o zaferin şeref pâyesini kimseye kaptırmak istemeyen ve o zamana kadar bütün askerlik hayatının her kademesinde ettiği yeminleri bir kenara koyan kumandan, 30 Ağustos zaferinden sadece 2 ay sonra, 1 Kasım 1922'de 'saltanat' sistemine son verildiğini açıklıyordu!
Bu yapılanlar da, aslında o zamana kadarki kanun sisteminin tepe-takla edilmesi açısından bir darbeydi. Darbe, hükûmet darbesi, sadece birilerinin iktidardan gitmesi veya birilerinin iktidara gelmesi değil, mevcut kanun düzeninin tersyüz edilmesi hareketi demekti.
Dikkat edilmesi gereken nokta, 'devlet' yok olmuyor, sadece 'devlet'in yönetim mekanizmasında geçerli olan kurallar değiştiriliyordu.
Ama, ilk planda, 'saltanat sistemi'nin yerine ne getirileceği, henüz isimlendirilmemişti.. Önce, sadece, 'Meclis Hükûmeti sistemi' ibaresi kullanılıyor ve 29 Ekim 1923'de de, saltanat sisteminin yerine getirilecek olan sistemin adının 'Cumhuriyet' olduğu ilan ediliyordu.
'Cumhuriyet', bir ülkede, halkın ekseriyetinin iradesine göre şekillenen yönetim şekli demekti. Ama, sonradan Cumhuriyet adına yapılanların, gerçekten de halkın ekseriyetinin iradesiyle bir ilgisi var mıydı?
('Ö.Ö' isimli siyasetçi geçen hafta, o dönemlerde seçimler yapıldığından bahsederek halkın sosyal hafızasıyla alay ediyordu.. O kadar ki, İlk Meclis'in üyelerinin büyük ekseriyeti, 'Lozan Sulh Müzakereleri'nden gelen emperyal pis kokulardan rahatsız olmaya başlamışlardı. İşte o zaman, hemen, o İlk Meclis 15 Nisan 1923'de feshediliyor ve M. Kemal ve arkadaşlarının belirledikleri yeni isimler, -seçim filan yok, tabiatıyla- vilayetlerin temsilcisi olarak, 'meb'ûs' (M. Vekili) sıfatıyla Ankara'ya çağrılıyorlar ve ondan sonra, adına 'inkılap' denilen ve tam da emperyalist güçlerin planladıkları veya beğendikleri temel değişiklikler ve kanunlar 11 Ağustos 1923'de toplanan o İkinci Meclis'te, 'millet iradesi' adına ve de Cumhuriyet denilerek ve de darağaçları gölgesinde sahneleniyordu. Duvarlarındaki, 'Hâkimiyet, bilâ kayd'u şart milletindir!' güzel hat yazılarıyla..
*
Ülkemizde o zamandan beri bütün darbeler, 'taife-i laikus saltanatı'nın 'ikon'laştırdığı 'tek kişi ilke ve devrimleri' adına, 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 Darbeleri ve (28 Nisan 2007'de, Erdoğan'ın dik duruşuyla akîm kalan darbe teşebbüsü) ve '15 Temmuz 2016'daki en kanlı darbe teşebbüsü, evet, hepsi de 'tek isim ve resim'le anlatılan ve Cumhuriyet'le, halkımızın ekseriyetinin iradesiyle ilgisi olmayan ve ilke ve devrimler adına yapılmaya çalışılmıştır ve hep, milletin ordusu ve milletin silahı millete karşı kullanılarak.. Saltanat sistemlerinde ise, hayatlarındayken ve de ölümlerinden sonra kutsanan hiçbir padişah da bilmiyorum.
*