Son iki yazımızda, Söke merkezli Ege gezisi bağlamında "bir arada yaşamanın zemini dindir ve dinin toplumsal hayata yansıması mezhep üzerinden gerçekleşir. Dinin sosyal hayattaki dinamiği olan geleneği büyük ölçüde mezhep oluşturduğu için de korunması, yaşatılması, en önemlisi geleneksel beslenme kaynaklarının aktif kılınması hayati öneme sahiptir" demeye getirdik. Mezhebin ismen devam etmekle beraber beslenme kaynaklarının kesilmesi durumunda, Söke Kürtleri arasında görülmeye başladığı türden bir boşluğa yol açtığını, diğer ifadeyle bir arada yaşama zemininin iyice hırpalandığını örnekleriyle anlattık. Bazı dostlarımız, Söke'nin Şafii Kürtleri özelinde yaptığımız bu değerlendirmeler için "manzara gerçek olsa da hakikat arayışının zemini burası değildir" şeklinde itirazda bulundular, mezhepçilik olarak algıladılar zahir. Oysa "mezhepçi" sayılmamak için mezhebi yok saymakla da hiçbir hakikate ulaşılamaz.
En ince ayrıntıları bile gözden kaçırmadığı için "noktabîn" niteliğini hak eden bir Seyda dostum da yazıda fetvasına yer verdiğim "Ebusuud efendinin "Amidiyeli değil, İmadiyeli" olduğuna ilişkin bir mesaj göndermişti. Bu tür hataların ihtiyarlık alameti olduğu hususunda görüş birliğine vararak meseleye noktayı koyduk.
Tarih, geleneksel beslenme kaynaklarıyla (Mektep-Medrese) bağları kesilen mezhep türü akımların, özellikle yöneticilerin beklediği gibi makbul sisteme adapte olmak yerine manasını yitirmiş isme büyük bir kıskançlıkla sarıldıklarının, illegaliteye kaydıklarının örnekleriyle doludur. Bugün hem memleketimizde hem de komşu coğrafyalarda nice grupların basit gerekçelerle ötekileştirilmelerinin, dolayısıyla toplumun geneliyle bağlarını keserek kendi kabuklarına çekilmelerinin sonucu sosyolojik açıdan büyük sorunlara neden olduklarını biliyoruz. Ayrıca toplum tarafından ötekileştirilen ve bundan sosyolojik anlamda alınganlık yaparak kendi kabuğuna çekilen toplulukların zaman içinde asıl inanç prensibi gibi algıladıkları hurafeler ürettiklerini, sahih inanç ilkelerini ise kendilerini dışlayanlara mal ederek bir kenara bıraktıklarını müşahede edebiliyoruz. Dediğim gibi tarih, bunun örnekleriyle doludur. Dolayısıyla doğudaki Şafii ana gövdeden fiziki olarak kopan, bunun yanında geleneksel eğitim kurumlarını (Mela-Seyda-Medrese-Tekke) yaşatamayan Söke Kürtlerinin zaman içinde tarihteki örneklerden birine dönüşmemesi için hiçbir neden yok. Neticede "bugün geçmişe suyun suya benzediği kadar benziyor." Bir şey geçmişte olmuşsa aynısı bugün de olabilir.
Emeviler zamanında cuma günleri minberlerde Hz. Ali'ye lanet okunduğu için, ehlibeyti seven bazı Müslümanların camilere gitmemeye başladıklarını, zaman içinde bu gerekçeli tavrın bir inanca dönüştüğünü, yani sebep (Hz. Ali'ye lanet okuma) ortadan kalkıp unutulduğu halde, sonucun (camiye gidilmez şeklinde) devam ettiği gerçeğini unutmamak gerekir.
İsterseniz, "Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat akidesi" yazacak kadar sağlam bir inanca sahip Şeyh Adiy b. Musafir'in bağlılarının zaman içinde nasıl apayrı bir din ihdas ettiklerini değerli araştırmacı Müfid Yüksel'e sorabilirsiniz. Kim bilir, hangi basit gerekçelerle dışlanmışlardı da bugünkü konuma geldiler!
Bundan da anlıyoruz ki insanların varlık yasasıyla uyumlu, sosyoloji açısından bir sakıncası olmayan, İslam inanç sistemi içinde de tolere edilen farklılıklarını yaşatmalarına izin vermek, buna yardımcı olmak toplumsal bütünlük açısından son derece önemlidir. Bu tür etnik, mezhebi ve kültürel farklılıkların ötelendiği, bastırıldığı, hatta şeytanlaştırıldığı vasatların da nelere mal olduğunu, komşu ülkelerde insanlığın, İslamlığın can düşmanı canilerden medet umacak hale geldiklerini ibretle, hayretle, dehşetle seyrediyoruz.
Diyarbekir'de, Van'da, Batman'da medreseler açıp feqî yetiştiren seydalar neden bu konuda bir şeyler yapmazlar?