ABD Başkanı Donald Trump bu hafta, iki yıldır sonuç alınamayan İsrail–Hamas savaşını sona erdirmek için "Trump'ın 20 maddelik barış planı" adını verdiği yeni bir diplomatik formülle gündeme geldi. Katar, Mısır ve Türkiye'nin arabuluculuğunda yürütülen müzakereler sonucunda, taraflar planın ilk aşamasında anlaşmaya vardı. Plan, ateşkesin sağlanmasını, Gazze'ye yardım tırlarının girişine izin verilmesini, İsrail ordusunun kısmen çekilmesini ve Hamas'ın elindeki rehinelerin serbest bırakılması karşılığında yaklaşık 2.000 Filistinli tutuklunun salıverilmesini öngörüyor.
Kâğıt üzerinde bu, Ortadoğu'da barış umudu yaratabilecek bir girişim gibi görünüyor. Ancak sahadaki gerçek, bu planın kalıcı bir çözümden ziyade geçici bir diplomatik manevra olduğunu gösteriyor. Trump yönetimi, taraflar tüm ayrıntılarda uzlaşmadan "başarıyı" ilan etti. Bu yaklaşım, kısa vadede bir "zafer anlatısı" üretse de uzun vadede kırılgan bir zemine dayanıyor. Zira hem Hamas hem de İsrail, aynı metni birbirine zıt biçimlerde yorumluyor. Hamas, bunu "direnişin zaferi" olarak kendi tabanına sunarken, İsrail, "Hamas'ın teslim olduğu" söylemiyle iç kamuoyunu tatmin ediyor. Trump ise bu çelişkili anlatılardan bir başkanlık zaferi hikâyesi üretmeyi başardı.
Ancak planın özü belirsizlik üzerine kurulu. İsrail'in çekilme takvimi, Hamas'ın silahsızlanmasının koşulları, Filistin'in gelecekteki statüsü hâlâ muğlak. Bu belirsizlik, diplomatik bir taktikten ziyade İsrail'in uzun süredir uyguladığı bir stratejiyi andırıyor: zamanı uzat, statükoyu koru, uluslararası topluma "barış süreci işliyor" mesajı ver. Nitekim İsrail'in geçmişteki ateşkes sicili bu durumu açıkça ortaya koyuyor. 2014 Gazze Savaşı sonrasında Mısır arabuluculuğunda yapılan ateşkes, yalnızca birkaç hafta sürmüş, İsrail "kendini savunma hakkı" gerekçesiyle bombardımana geri dönmüştü. 2021'de yine benzer bir tablo yaşanmış, ateşkes ilanından kısa süre sonra İsrail uçakları Gazze semalarında yeniden görülmüştü. 2023'teki ateşkes süreci ise BM gözetiminde imzalanmasına rağmen, İsrail'in Refah Sınır Kapısı'nı kapatmasıyla fiilen sona ermişti.
Bugün de benzer bir tabloyla karşı karşıyayız. İsrail basınında yer alan haberlere göre, ordu Gazze'nin yüzde 53'ünü elinde tutmayı sürdürecek. Bu, "çekilme" değil, sadece yeniden mevzilenmedir. İsrail, sahada varlığını korurken, uluslararası kamuoyu önünde "barış isteyen taraf" rolünü üstleniyor. Bu durum 2005'teki Gazze tahliyesini hatırlatıyor. O dönemde de İsrail yerleşimcileri çekmiş, ancak sınırları, hava sahasını ve deniz erişimini tamamen kontrolünde tutmuştu. Gazze'deki kuşatma fiilen bitmiş gibi görünse de gerçekte yeni bir biçim kazanmıştı.
Trump'ın planı, İsrail'in bu fiilî kontrolünü uluslararası meşruiyet kazandırarak sürdürmesinin önünü açıyor. Planın güvenlik maddesi, "uluslararası istikrar gücü" adı altında İsrail içinde bir komuta merkezi kurulmasını öngörüyor. Ancak bu güç, Gazze'ye girmeyecek; yalnızca izleme faaliyeti yürütecek. Böylece İsrail hem denetleyici hem denetlenen pozisyonunda kalacak; hem kontrolü elinde tutacak hem de uluslararası toplum nezdinde "şeffaf" bir imaj çizecek.
İnsani yardım başlığı da geçmiş deneyimlerle birebir örtüşüyor. Günde 600 tır yardımın Gazze'ye girişine izin verileceği söyleniyor, fakat BM'nin bu kapasiteye sahip olmadığı biliniyor. Üstelik İsrail, sınır geçişlerinde uyguladığı bürokratik engellerle bu süreci defalarca aksattı. Yardım, Gazze halkı için bir nefes borusu değil; İsrail için politik bir kaldıraç haline geldi. Bu tablo, insani yardımı "stratejik baskı" aracına dönüştüren bir anlayışı gözler önüne seriyor.
Planın yönetim ayağı ise belirsizlikten öte bir kriz potansiyeli taşıyor. Gazze'nin "teknokratlardan oluşan geçici bir hükümet" tarafından yönetilmesi öngörülüyor, ancak bu yönetimin kimlerden oluşacağı ve hangi meşruiyet zeminiyle hareket edeceği belirsiz. Filistin halkı bir kez daha yönetilen ama karar mekanizmalarına dahil edilmeyen bir toplum haline geliyor. Bu durum, Oslo Anlaşması'ndan beri değişmeyen bir çelişkiyi yeniden üretiyor: Filistin adına kararlar alınıyor ama Filistinliler bu kararlara dahil edilmiyor.
Tüm bu tabloya bakıldığında, Trump'ın barış planı aslında İsrail'in bölgesel çıkarlarını koruyan bir diplomatik prodüksiyon olarak öne çıkıyor. "Barış" söylemi, gerçekte İsrail'in güvenlik politikalarını meşrulaştırma aracına dönüşmüş durumda. Filistinlilere vaat edilen "özgürlük" bir kez daha erteleniyor; Gazze halkı bir kez daha dışarıdan çizilen sınırlar içinde yaşamak zorunda bırakılıyor.
Trump'ın planı, Ortadoğu'da yeni bir sayfa açmıyor; sadece eski bir kitabın kapağını yeniden boyuyor. Bu planın merkezinde barış değil, güç var; adalet değil, statüko var; özgürlük değil, denetim var. İsrail sahada, Trump sahnede, Filistin ise hâlâ kuşatma altında.
Ve tarih bir kez daha aynı gerçeği fısıldıyor: Ortadoğu'da her ateşkes, bir sonraki savaşın sessiz başlangıcıdır.