25 Ağustos günü öğleden sonra, Beyan Yayınları’nda bazı dostların bayram sonu buluşması vardı.. İhsan Süreyya Sırma ve Necmeddin Alkan gibi iki tarihçi hoca da bu sohbette hazır bulununca ve özellikle tarih üzerindeki derin tetkikleriyle bilinen Dr. Geylanî’nin de zevkli yönlendirmeleri devreye girince, saatlerin nasıl geçtiği anlaşılamadı.
İhsan Süreyya Hoca, çok genç yaşta, 1975’lerde katıldığı bir ‘Türkoloji Kongresi’nde sunduğu tebliği üzerine, tarihçi Prof. Şehabeddin Tekindağ’ın kendisine çıkıştığını ve amma genç Sırma’nın, daha sonraki bir Türkoloji Kongresi’nde de aynı minval üzere, (batılıların Pan-İslamizm dedikleri) ‘İttihad-ı İslâm’ siyasetini Osmanlı Sultanları içinde en güçlü şekilde tatbik edenlerden birisinin Sultan Abdulhamîd olduğuna dair görüşlerini güçlü tarihî belgelerle savunması üzerine; Tekindağ’ın söz alarak, ‘Ben, bu zamana kadar bu konuda iki kişiye haksızlık yaptım, birisi Sultan Abdulhamid, diğeri de bu genç..’ dediğini, birkaç ay sonra da ‘rahmet-i Rahman’a kavuştuğunu anlattı.
***
Sırma Hoca’nın aktardığı bir diğer anekdot da ilginçti..
Yine bir ‘Türkoloji Kongresi’nde, bir ermeni tarihçinin, ‘I. Dünya Savaşı’ndan sonra, Anadolu’da Müslüman halkın verdiği savaşın, İslâm gücüyle kazanıldığını’ söylemesi üzerine, zaman zaman kemalistliği depreşen ve Karpat’lardan gelen bir tarihçi, ‘o savaşın (…filan paşa)’nın komutanlığında, türk ruhuyla kazanıldığı..’ gibi bir itirazda bulunur. Bunun üzerine o ermeni tarihçi, o tarihçi Prof.’u, ‘Ben sana o komutanın askerlerini İslâm inancıyla nasıl harekete geçirdiğini anlatmak için okuduğu Kur’an âyetlerini burada hemen tekrarlarım, ama, arabça da bilmiyorsun ki..’ diye susturur.
***
Bugünlerde, 26 Ağustos 1071’de nasib olan Malazgirt Zaferi’nin 947. Yılı kutlanıyor.
Amerikan emperyalizminin ve diğer şerr güçlerin Müslüman dünyaya ve o dünyanın en stratejik noktalarından birisi olan Anadolu’ya yönelik bir ‘topyekûn savaş’ tezgâhladığı bir sırada, Türkiye Başkanı Erdoğan’ın toplumun dikkatini bilhassa tarihî bir noktaya Malazgirt Zaferi’ne dikkat çekmesi önemli bir nokta..
Elbette, savaş için her türlü savaş araç ve gereçleri de lâzımdır; ama, savaşmak için gerekli ruhî ve imanî güce sahip olmak esastır. Bu manevî dinamiklere sahip olmayan bir ordunun sadece maddî silahlarla giriştiği bir savaş akâmete uğramaktan kurtulamaz. İmanî temelleri olan bir savaşa giren bir Müslüman ordu ise, şehîd ve gazî de olsa, her halukârda zaferdedir. Çünkü, inancı uğrunda savaşmayı ve şehadeti saadet bilen bir Müslüman için yenilgi sözkonusu değildir.
***
Şimdi.. Malazgirt Zaferi anılırken, etnik unsurları öne çıkarmaya çalışanlara dikkat!..
Selçuklu Sultanı Muhammed Alparslan, evet, türk kavmindendi.. Ama, Horasan’dan kalkıp gelen ordusu, türk, fars, afgan, peştun vs. bütün Müslüman kavimlerden oluşan bir ‘İslam Ordusu’ idi ve Bizans İmparatoru Romenos Diogenos da bu orduyu Malazgirt Ovası’nda dev ordusuyla karşılamış ve yenilip esir düşmüştü.
Ve, en hassas nokta.. Bölgenin yerleşik halkı olup, Bizans’ın esiri olarak yaşayan Müslüman kürdler de bu İslam Ordusu’nu görünce, müslümanların safında yer aldılar, tabiî olarak..
Yani, Malazgirt Zaferi, ‘Müslüman Birliği’ idealimizin Anadolu coğrafyasındaki en parlak örneklerinden birisidir. Bu zaferi şu veya bu etnik unsurun zaferi gibi göstermek, bu zafere zehir katmaktır.
Alparslan, evet türk kavminden bir sultan, ordusu da ‘İslâm Ordusu’ idi; tıpkı, Kudüs’ü Haçlılar’dan kurtaran Salâhaddin Eyyûbî’nin de kürd kavminden, askerlerinin ise, bir İslam Ordusu oluşu gibi..
O halde temel şiarımızı tekrarlayalım: ‘Elhamdulillah Müslümanız ve İslâm Milleti’yiz!’