Evet, aylardır beklenen açıklama nihayet geldi 12 Mayıs sabahı ve 'PKK' diye anılan son derece acımasız ve kanlı bir teşkilat, 'silah bıraktığını ve kendi varlığına son verdiğini' bildirdi.
Baştan belirtelim, buradaki 'silah bırakmak', ifadesinden, gönüllü bir 'silah terketmek/ mütareke' değil, ümid olunan faydaların elde edilemeyeceğinin anlaşılmasından dolayı, zımnen yenilgiyi de kabullenmek mânasında 'silahlı mücadeleden vazgeçmek' gerçekleşmiştir. Yani, bu noktaya geliş, iki taraflı bir anlaşma ve uzlaşma ile değil, yarım asra yakın zamandır devam eden bir silahlı başkaldırının sonuç vermeyeceğinin, yenik durumda olan tarafça idrak edilmesini gösterir.
*
1978 yılında, liderliğinde kurulan ve 'PKK' (Parti'yi Kargeri-yi Kürdistan/ Kürdistan İşçi Partisi) diye anılan örgütün feshinin artık gerekliliğini, 27 Şubat 2025 günü yaptığı çağrı ile dile getirirken, gerekçesini, "1990'larda reel-sosyalizmin iç nedenlerle çöküşü ve ülkede kimlik inkârının çözülüşü, ifade özgürlüğünde sağlanan gelişmeler, PKK'nın anlam yoksunluğuna ve aşırı tekrara yol açmıştır. Dolayısıyla ömrünü benzerleri gibi tamamlamış ve feshini gerekli kılmıştır(...) Bu yüzden, tüm gruplar silah bırakmalı ve PKK kendini feshetmelidir' cümleleriyle ifade ediyordu..
Evet, böyle bir açıklamayı yapmak kolay değildir, ama, yapılabilmiştir. Eğer o hareketin, geçmişteki siyasî parti örgütlenmelerinde farklı isimlerde, sık sık ve yığınla partiler kurmaktaki 'kanuna şeklen uygunluk', şeklindeki taktikleri gizlice yansıtacak yeni manevralara bu son açıklamadan sonra da yine kalkışırsa, 'buna göz yumulmayacağını, konuyu devamlı takip edeceklerini' bizzat Başkan Erdoğan da belirtmiştir. Bu bakımdan, umarız, 16 Temmuz-2014'de, "Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun" adıyla Resmî Gazete'de yayınlanarak başlatılan ilk çözüm sürecinin sonunda yaşanılan hayal kırıklığı yeniden yaşanmaz.. Ama, iç ve dış yığınla etkenlerin devrede olduğu bu konu, her ihtimali de içinde barındırmaktadır.
*
Böyleyken, bir takım sorumsuz muhalefet m.vekillerinin ve siyasetçilerin, 'Bu konu, bu kadar kolay idiydiyse, bunca kan dökülmesine niye bu zamana kadar seyirci kaldınız?' şeklinde yaptıkları sorumsuzca seviyesiz ve sığ eleştiriler gerçekten de şayan-ı teessüftür.. Arkasında söndürülmüş onbinlerce canın olduğu bir acımasız ve duygusuz 'silahlı mücadele'nin basit atraksiyonlarla halledilebileceğini sanan bu gibiler için kullanılacak en hafif deyim, herhalde, 'zavallı safdiller' olabilir.
Ki, bu kanı boğuşmada, hayatını kaybeden TC vatandaşlarının sayısı, gerek Devlet tarafı ve gerekse silahlı isyan başlatan taraf olarak, tam bilinmiyor. Çünkü, nice aileler, kendi içlerinden bir veya daha fazla kişinin bu örgütteyken ya da bu örgüt tarafından öldürüldüğünün bilinmesini, ileride şu veya bu tarafça, göz önüne alınmalarına yol açmaması hesab ediliyordu. Düşünelim ki, Devlet de, sosyal kesimler arasındaki bağların kopmaması zedelenmemesi için, tam rakamı açıklamıyordu. Nitekim, yıllarca sadece 30-40 bin ölümden söz edildi.. (Hatırımdadır, 2000'li yılların başında, dönemim İçişleri Bakanlığı'nın en yetkili isimlerinden birisi, teröre verilen 30 -40 bin kurban hatırlatmasına rağmen, söylem, hep aynı kaldı, 'Ama, şu ana kadar teröre kurban giden TC vatandaşlarının sayısı 48 bindir..' deyivermişti.. O zaman bu konuda bir yazı da yazmıştım..) Aradan bir çeyrek yüzyıl daha geçti, o rakam yine değişmedi.. Bu, tabiî idi de.. Çünkü, toplum kesimleri arasında yeni acılar yaşanmaması ve husûmet tohumları ekilmemesi için, faciaları büyütmemek düşüncesi de bir diğer tedbirdi.. (Meselâ, Diyarbekir'de Ağustos- 2015 / Mart- 2016 arasında yaşanan ve çok sayıda sivil vatandaşın da hayatına mal olan Hendek Hadiseleri günlerinde Devlet'in (asker, polis, bekçi vs..) ne kadar kurban verdiği bile açıklanmamıştı. Ama, birkaç ay önce bir kanalda, bu konulardan haberdar ve o zamanlar yetkili olan bir emekli kişi, o sıkıntılı dönemde hayatını kaybeden askerlerin sayısını 'yüz'ler halindeki bir rakam olarak ifade edivermişti.)
'PKK' denilen silahlı mücadele hareketi ve örgütü, dil birliği üzerine vurgu yaparak ayrı bir çizgi takib ederek ayrı bir devlet kurmak iddiasında bulunuyordu.. Daha önce başka teşebbüsler de olmuştu, ama, bu kez, önce, etnik açıdan kendilerinden olan ve kendilerine karşı çıkanların sindirilmesi ve gerekirse öldürülmesine öncelik vermek anlayışı, yani önce, iç safları sıkı tutmak yönteminde İttihad ve Terakki'den, kamalist ve de Baasçı uygulamalara kadar her birisinin yöntemlerine ağırlık verilmişti..
*
Şimdi, sadece PKK suçlaması yaparak bir yere varılamayacağının da anlaşılmasının, daha bir zamanı..
Unutmayalım ki, Kürdçe denilen ve 'Zazaca, soranî ve kurmanç' gibi lehçe ve şive farklılıkları olan ve büyük çapta Farsça, Arabça, Türkçe ve bazı Kafkas kavimlerinin dilleriyle de zenginleşmiş bir dili, asırlarca ana dili olarak konuşan ve küçümsenmeyecek bir kitle de vardı bu ülkede; diğer etnik unsurlardan ayrı olarak... Ama, Osmanlı döneminde kitlelerin, insanların ana dillerine veya kan soylarına göre bir ayırım yapılmıyordu.. Osmanlı devlet anlayışının 625 yıla varan ömründeki sosyolojik açıdan en büyük dayanaklarından birisi de, bu olsa gerekti.. Nüfusun büyük ekseriyetini teşkil eden Müslüman halk ile, onlarla birlikte yaşamak iradesini gösteren gayrimüslimler de, ferdî ve tabiî insan hakları açısından bir ayırıma tâbi tutulmadan, dil ev inanç farklılıklarına rağmen eşit muamele görüyorlardı..
Çünkü, 14 asır önce de, Hz. Peygamber (S), Medine'deki devlet uygulamasında kan soyu bakımından en yakınındaki amcası Ebû Leheb ile bile savaşırken; yanı başında, uzak coğrafyalardan, Yemen'den Ebû Zer, İran'dan Selman, Afrika'dan Bilâl ve Rûm diyarlarından Suheyb gibi ilk Müslümanlar ve onların etrafında bir araya gelmiş bir İslam Milleti ve de onlarla birlikte olmayı kabul ve taahhüd eden gayrimuslimlerin de, aynen Müslümanlar gibi aynı haklardan faydalanacakları bir yönetim anlayışının temelleri atılmıştı..
Ve bu uygulamaya, -genel hatlarıyla- asırlarca riayet olunduğu rahatlıkla söylenebilir.
Ama, Osmanlı'nın özellikle son 50-75 yıllık döneminde, birliğin korunması yerine her etnik unsurun, farklı dil grubunun veya coğrafî kesimin, kendi derdine düşmesi faciası yaşanmıştır, tam da emperial güç odaklarının istediği şekilde ve 'ulus-devlet' anlayışının tek çıkar yol olduğunun kaçınılmazlığı büyük kitle olan Müslüman unsurlar arasında bile, 'Arnavutçuluk, Arabçılık, Türkçülük, Kürdçülük' gibi cereyanlar boy salmaya başlamıştı..
*
Halbuki, şimdilerde sık sık dile getirilen 'Bin yıllık kardeşlik..' sözü bile bizi bir yanlış temele götürüyor. Çünkü, biz Müslümanlar, 'İslam Milleti' olarak, beşer tarihiyle yaşıt bir topluluğuz.. Ve bizim inancımızda, insanlar arasında sahib olmaları gereken temel tabii haklar açısından ırk, renk, cins, kavim, dil, coğrafya veya sosyal kesim farklılıkları ayırımı yapmak yoktur..
Bu bakımdan, 7-8 ay önce, o zamana kadar bir soy üstünlüğü iddiasına ağırlık verdikleri kabul edilen sözler yerine, 'Üstünlük, soyda değil, taqvâ ve fazilettedir..' şeklinde bir cümle kurarak konuşma yapan Devlet Bahçeli'nin tam da Kur'an'da dile getirilen bir ölçüyü, diğer ölçülerin önüne koyması ve Başkan Erdoğan'la aynı görüşü paylaşması, gelinen noktada elbette etkili olmuştur.
(Bu konuya önümüzdeki yazıda da devam edelim inşaallah..)