*Almanya'dan Derviş Pekmezci ve Kanada'dan Sezaî Irgat, birbirinden bağlantısız olarak aynı konuya değinmişler. Söyledikleri şu: 'Bizim inancımız, anayasa ve diğer kanunların veya bir takım gayrimeşru güç odaklarının kabul veya reddine göre şekillenmez. Belki, tam tersi olmalı ve büyük ekseriyeti Müslüman olan bir toplumun anayasası, büyük ekseriyetin inancına göre şekillenmeli. Çünkü, bizim hayat hakkımızın, insanlık haysiyetimizin ve özgürlüğümüzün aslî ölçüsü, inancımızdır, dinimizdir.
Bunu söylediğimiz zaman, 'Büyük ekseriyetin iradesi hâkim olursa, azlıkta olanlara kendi inançlarını zorla dayatmayacaklar mıdır? Bu sebeple, laiklikten vazgeçilemez.' diyorlar, burada okuyan bazı genç öğrenci veya akademisyenler. Bu hususta, günlük konuşmalar içinde gelişi-güzel tartışmalar olduğunda ise, sırf karşı tarafı alt etmek hıncıyla hareket edilmesi yüzünden, tartışmalar aslî çizgisinden saptırmaktadır. N'apmalıyız?
-Evet, bu gibi konulara, gelişi-güzel tartışmalar içinde ve karşı tarafa galip gelmek hırsıyla bodoslamadan dalanlar, konuyu, şer'î ve aklî delillerle ve ağırbaşlılık içinde, ele almaktan uzağa düşüp, bir de zararlı olabilirler. Elbette, bizden bizim dinimizin hakikatini, aslını, temellerini öğrenmek isteyenler olursa, onların suallerine; suçlamadan, tartışma ve ağız kavgasına veya fiilî zıdlaşmalara girmeden izah edebilecek olanlara bırakmalılar herhalde.
Çünkü, bu gibi tartışmalara, sadece bugünkü dünya şartları açısından değil, hattâ 500 sene öncelerde bile, Engizisyon Mahkemeleri'nde, hattâ aynı dinin farklı yorumlarından meydana gelen mezhebî farklılıklara bile tahammül edemeyip insanların katledildiği, ateşe atıldığı, yakıldığı durumlar olurken, İslâm ise, 14 asır öncesinden, Kur'an-ı Mubîn'in ap-açık hükümleriyle, 'lâ ikrahe fî'd-dîn' (dinde zorlama yoktur..) ve 'lekum dinukum veliyedîn.. /Senin dinin sana, benimki de bana.' gibi âyetlerle vermiştir hükmünü... Bu yüksek anlayışı idrak edemeyenler, kendileri gibi inanmayanlara, devlet mekanizmasının yaptırım gücünü ele geçirince, laikliği kendileri gibi inanmayanlara nasıl bir ağır baskı ve totaliter müdahale şekline dönüştürdüklerine en çarpıcı örnek olarak bizim ülkemizdeki son asrın diktatörlük uygulamalarını gösterebiliriz.
Bu arada ekleyelim ki, 'Ben tartışarak, karşımdakini imâna getiririm. Onun, dinsizlik dini de dahil, başka dinlere aid dayanaklarını yıkarım.' gibi iddialı tavırların kitlevî bir semere verdiği görülmemiştir. Hatırlayalım ki, Hz. Peygamber (S) de, o dönemin seçkin bir kanaat önderine İslâm'ı anlattı-anlattı da, muhatabı hiç bir olumlu karşılık vermeyince, hüzünlendi ve o zaman, 'Hidayet nasib etmenin, Allah'a aid olduğunu' düşünerek teselli buldu.
Birileri, hangi sebeple olursa olsun, gelip de, bizden, bizim inandığımız değerlerin aslını, özünü öğrenmek istediklerini söylerlerse, o zaman dahi, ancak bildiğimiz konuları anlatabiliriz. Ama o tebliğin bile bir takım hassas usûlleri vardır. Şeyh Sâdi-i Şirâzî, 600 yıl öncelerde 'Doğru sözün, doğru muhataba, doğru bir zamanda ve doğru bir uslûb ile anlatılması' gerektiğini söylemiştir de, o doğru söz, doğru muhatab, doğru zaman ve doğru uslûb'un ölçüleri nelerdir? Hele de dijital çağ insanına hitab ederken, bu 'doğruluk' ölçüleri neye göre ve nasıl belirlenecektir? Bütün bunlar hele de bu çağda daha bir önemlidir.
*Ankara'dan Şahin Ekmekçi diyor ki: 'Başörtüsü konusunda Anayasa değişikliği teklifinin imzaya açılması. Evet, ama sırf, Müslüman hanımların örtüsüne dokunulamasın.' diye, 'kadınların ne giyeceğine kimse müdahale edememelidir.' gibi bir madde yazılırsa, bunu kendilerine dayanak yapanlar çıkmayacak mıdır? Nitekim sosyal medya bataklığında, 'İnadına açılalım.' çağrıları yapanlar da, sizin de bir yazınızda belirttiğiniz üzere, yaz aylarında, hele de Ankara, İstanbul, İzmir gibi büyük merkezlerde neredeyse, plaj kıyafetleriyle kendilerini teşhir etmediler mi?
-Evet, bir toplumdaki genel insan davranışlarını o toplumun, inanç ölçüleri, ahlâkî anlayışları, gelenekleri, kültürü, örf ve âdetleri belirler. Kanun metinleri ise, çeşitli güç odaklarının baskılarına göre, bir takım kanunî sınırlar yasak alanlar belirler. Kanunlar, ahlâk ölçüleri belirleyemez. Ahlâk kuralları, kişinin kendi vicdanındaki inanç ve kontrol merkezi tarafından belirlenir.
*Bursa'dan Ali Sincanlı diyor ki: 'Geçenlerde, mâlum çevreler, sizin bir konudaki hassasiyetinizi dile getirince, sizin bir mekâna, geçmiş yazılarınızda 'laik türbe' dediğinizi söz konusu ettiler. İyi de yaptılar. Çünkü benim, o yazınızdan haberim yoktu. Evet, halkın kutsal inanç değerlerine, karşı savaş açan laik kesimlerin, kendileri için 'laiklik için bir kutsal mekân' tesis etme çabaları o kadar sırıtıyor ki.
Biz Müslümanlar veya başka dinlerden insanlar bile, kendi inançlarına veya dünya görüşlerine bağlı olan kimselerin mezarını saygıyla ziyaret ederken, 'ölülerden bir şey dilendikleri' iddiasıyla suçlanıyorlardı laiklerce. Ama o laiklerin, hem de onlarca yıl o türbeleri ziyareti yasaklayıp, sonra da kendileri için bir ziyaretgâh oluşturmalarını anlamak mümkün değil.
-Muhterem kardeşim, hayata bakışta aslî değerler etrafında birleşemeyen insanların birbirlerine saygılı davranmaları veya kavgasız bir yol izlemeleri belki zâhiren mümkündür, ama farklı dünyaların insanlarının sürekli olarak kendi zıdlarıyla derunî, kalbî bir uzlaşma ve barış havası içinde olmaları düşünülemez.
Bakınız, geçen hafta bir video geldi. Bir kadın derneğinin toplantısından. Aralarında KK.Bey'in partisinden milletvekili olan bazı hanımlar da var. Kocaman kocaman Prof. ve diğer yüksek tahsilli hanımlar. Belki birçoğunun anneleri, nineleri de örtülü idiler. Şimdi ise, hepsi de üniversiteli olan bu tipler, örtülü hanımları ancak temizlikçi, ayak hizmetlerini gören kimseler olarak gördükleri geçmiş yılların hasretiyle yanarcasına feryad ediyorlardı.
Bir hanım, 'Evimin yakınında câmiden bir Ezan. Haydi, Ezan diyelim. Ama o yetmiyor, bir de sonrasında Kur'an da okunuyor.' diyor.
Hele bir Prof. hanım ise, örtülü hanımları anlatırken, 'kafalarına saten, pırıl pırıl başörtüleri takıp, başları dik bir şekilde yanımızdan geçişlerini hazmedemiyorum.' diyor.
İşte asıl mesele, bu. Onlar, kendilerinin nefret ettikleri bir inanç dünyasına bağlı olmanın dikkatiyle yanlarından dik başlı, ezik olmayan bir şekilde geçilmesine tahammül edemiyorlar. Bir diğeri, resmî toplantılara gittikleri yerleri hatırlatıyor ve 'Biz oralarda, bu tiplerle birlikte, aynı seviyede oluyoruz, düşünebiliyor musunuz?' demeye getiren cümlelerle yakınıyor, karşılaştıkları felaketi anlatmak için. Evet, bu mantıkla hareket edenler, potansiyel olarak, bütün geçmiş askerî darbeleri tabiatıyla benimsemişlerdi ve yenilerinin de 'neredeee...' beklentisi içinde olduklarının gizli ve sessiz feryadını dile getiriyorlardı.
KK Bey'in, 'helalleşelim.' sözüne, 'Bir şans tanıyalım, şahsî pişmanlık sergiliyor' diyenler, samimî iseler, çok safdil kimselerdir. O ve benzerlerinin dünyasının, bağlı oldukları ideolojiler gereği, 100-150 yıldır, milletimizin temel inancıyla hesaplaşma içinde olduğu asla unutulmamalı. Onlar bulundukları yerlere, kendi dünyalarının seçkin temsilcileri olarak getirildiler, oturtuldular, o geçmiş aidiyetlerine aid kesin, net bir 'redd-i mîras' eylemedikçe, onlara nasıl inanılacaktır?
*