
“Bay teknoloji” lakaplı, Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakan Yardımcısı Prof. Davut Kavranoğlu:
Tekstilde Sümerbank neyse bilim-teknolojide TÜBİTAK odur
Prof. Kavranoğlu: Devlet eliyle üretilen basmanın, kunduranın kalitesi neyse bilimin de odur. Niyetler iyi olsa da sistem kötü, değişmeli. 2023 hedefini tutturmak için bu alanda reform yapmamız şart.
….
Türkiye tarihinde bir ilki gerçekleştirdi ve tamamen Türkiyeli mühendislerin elinden çıkan Göktürk-2 adlı uyduyu uzaya fırlattı.
Dünya için küçük, Türkiye için büyük adımlara açılan bir ilk adımdı bu.
Bu coğrafya ise, vaktiyle –ki 7. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar geniş bir zaman dilimidir- bilimin, teknolojinin, sayısız alimin, bilim adamının ve mucidin anayurdu iken zamanla fiziken ve ruhen yenilmiş, büzülmüş bir yer haline gelmişti.
Üstelik Cumhuriyetin kuruluşundan sonra da muasır medeniyet seviyesine ulaşmak, istikbali göklerde aramak en temel motivasyondu.
On yılda yurdu baştan başa demir ağlarla örmek de övünç sebebiydi ve fakat bu devlet, ilk uydusunu kuruluşunun 90. yılına doğru ancak fırlatabiliyordu!
Ne olmuştu, neden olmuştu, şu an durumumuz neydi, ne yapmalıydık?
Bu konuları en iyi bilenlerden biriyle “bay teknoloji” lakaplı Prof. Dr. Davut Kavranoğlu ile konuştum.
Cumhuriyet tarihinin ilk atanan bakan yardımıcısı sıfatını taşıyan, Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakan Yardımcısı Prof. Kavranoğlu’nun kişisel hikayesini –ki başlı başına bir başarı öyküsüdür- röportajın başında bulacaksınız, sorularımıza verdiği ufuk açıcı cevapları ise tamamında.
…
Türkiye’nin bilim ve teknoloji hikayesini konuşmaya başlamadan önce sizin hikayenizi dinlemek isterim. Siz Bilim Sanayi ve Teknoloji bakan yardımcısınız, atanan ilk bakan yardımcısı sizsiniz ve öğrencileriniz size “Bay Teknoloji” adını takmışlar.
Sağ olsunlar. Ben 1962’de Rize’de doğmuş bir köylü çocuğuyum. 4. sınıfta İstanbul’a geldim, köydeyken okulun en sevilen çocuğuydum ama İstanbul’da şivemle dalga geçildi. Epey ezik hale geldik. (gülüyor) Lise sona kadar sınıflarımı hep ikmale kalarak geçtim. Dört dersten kaldığım bile oldu. Lise üçe matematikten borçlu geçtim, yazın aklım başıma geldi, kendimi bir ay odaya kapattım, ortaokul kitaplarından başlayarak hepsini yeniden okudum ve lise son sınıfta okulun en başarılı öğrencisi oldum. Sonar İTÜ Elektronik ve Haberleşme Mühendisliği bölümünü kazandım, ikincilikle bitirdim. Sonra Amerika’ya gittim. Dünyanın en iyi üniversitesi olan California Institute of Technology’de tam burslu olarak mastır ve doktora yaptım. 1989’da 27 yaşımda genç bir öğretim görevlisiydim. İnsanlara bir şeyler öğretmeyi, çocukların gözlerinde o pırıltıyı görmeyi hep çok sevdim. Tarihe bir not düşmek istiyorum, gelecek nesiller bilsin ki bu Davut nefesinin yettiğince iyi şeyler yapmaya çalıştı çabaladı.
İSTEDİM Kİ BİLDİĞİMİ AKTARAYIM
Akademiden siyasete geçmek zordur, neden kabul ettiniz bu görevi?
Şu an da Türkiye’yi dünyanın en gelişmiş ve müreffeh ülkesi nasıl yapabiliriz diye kafa patlatıyorum. On beş yıllık bir sanayicilik tecrübem var, yıllarca araştırma geliştirme yaptım, Türkiye’de nelerin aksadığını gördüm. Dünyada da geniş bir çevrem ve tecrübem oldu. Başarılı olanlarda nelerin doğru, bizde nelerin yanlış olduğunu gördüm. İstedim ki Türkiye’nin bilim ve teknoloji dönüşümüne katkıda bulunayım. Ben buna öncelikle hizmet etme fırsatı olarak baktım. Tek amacım siyasete girmek olsa, 50 yaşımı beklemezdim. Zaten bu görüşmeyi de bakanlığımız adına değil, akademisyen kimliğimle yapıyorum.
BİLİM ALANINDA REHAVETE DÜŞÜLMÜŞ
Türkiye, tamamını Türkiyeli mühendislerin yaptığı ilk uydusunu geçen hafta uzaya gönderdi. Halbuki “istikbal göklerdedir” diye tembihlenmiş, “yurdu on yılda baştan başa demir ağlarla örmüş” bununla övünmüş bir ülkeyiz. Son iki üç asrı da Batıya yetişme telaşıyla geçirdik, Cumhuriyet’in temel motivasyonu da buydu. Hal böyleyken biz bu işlerde niye bu kadar geciktik?
Biraz geriye gitmek lazım. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiği zaman Osmanlı devleti dünyanın en güçlü devletiydi. O sıralarda Batı’da Gutenberg matbaayı icat ediyordu. Batıdaki okuma yazma oranı yüzde birlerdeyken matbaanın icadıyla birlikte hızla artmaya başladı, bilgi hızlı paylaşılır oldu. Bizde ise gücün verdiği rehavetle bilime, bilgiye, yeniliğe verilen önem azaldı ve matbaanın bize gelmesi 1700’lere kadar gecikti.
DEVLETİN ÇEKİLDİĞİ YERDE VERİMLİLİK ARTIYOR
Kuruluştan sonra niye bu kadar gecikti?
Cumhuriyet kurulduğunda yıkılmış bir ülke vardı. Yetişmiş insan neredeyse hiç yok, inşaat ustası bile yok, devlet her şeyi kendisi kurmak zorunda. Devlet eliyle büyümek dışında yol yoktu ve devlet ayakkabı fabrikası, basma fabrikası kurdu, otel açtı, yol yaptı, her şeyi yaptı. Bu, o dönem için kaçınılmazdı ama 80’lerden itibaren bir şeyler değişmeye başladı. Özal “bizim artık devlet olarak bu işleri yapan değil kuralları koyan ve takip eden bir konumda olmamız lazım” dedi ve özelleştirme başladı. Devlet bu alanlardan çekildi. Devletin bugün basma fabrikası yok ama Türkiye dünyada en gelişmiş tekstil sektörüne sahip. Devlet artık otel işletmiyor ama turizm sektörümüz yılda 30 milyar dolardan fazla gelir elde ediyor. On yılda 15 bin kilometre bölünmüş yol yapıldı, çok büyük başarı bu ama bunları devlet eline kazma kürek alıp bizzat kendisi yapmadı, özel sektör yaptı. 150 milyar dolar ihracat yaptık, özel sektör yaptı. Epey mesafe alındı. Ama devlet bilimden ve bilimle ilgili alanlardan çekilmedi. Diğer sektörlerde yaptığını bilim ve teknoloji konusunda yapmadı.
TÜBİTAK BİR VAKİTLER GEREKLİYDİ AMA…
Devlet bu alanlardan neden çekilmedi peki? Bir devlet tekelinden mi söz ediyoruz?
Sümerbank kendi alanında neyi temsil ediyorsa TÜBİTAK da bilim ve teknoloji alanında odur. Devlet eliyle ne kadar iyi basma yapılırsa, ne kadar kaliteli kundura yapılırsa, o kadar kaliteli de bilim yapılır. Devlet 80’lere kadar Sümerbank’la yaptığı şeyi bilim teknoloji alanında TÜBİTAK adıyla yapmaya devam ediyor. TÜBİTAK zamanında çok doğru atılmış bir adımdı. O zamanlarda var olan birkaç bilim adamını bir araya getirip bir şeyler yapmak istenmiş, her zaman da cömertçe desteklenmiş, bugün de destekleniyor.
Siz neyi eleştiriyorsunuz peki burada, TÜBİTAK’ı Sümerbank yapan şey nedir?
Devlet eliyle hastane nasıl iyi işletilemiyorsa, ayakkabı iyi yapılamıyorsa bilim de iyi yapılamaz. Bu tür bürokratik yapılar, kendi başarısıyla yükselmeyen, kendi başarısızlığıyla batmayan bütçeden beslenen organizasyonlar kalkınamazlar, günü kurtarmaya kalkışırlar.
ÖZEL GİRİŞİMİN ÖNÜ AÇILMALI
Öneriniz ne?
Dünyaya baktığımızda gördüğümüz şey şu: Devlet her konuda oyuncu olmaktan çıkmış. Artık kendisi araştırma geliştirme yapmıyor, yapanların önünü açıyor. Bizde de devletin kuralları koyması ve özel sektörün, girişimcilerin önünü açması lazım. Bizim kadar girişimi seven başka toplum yok. Devletimiz onlara destek olacak, sipariş verecek, güvenecek ama kuralları koyup denetleyecek. Mesela, devlet Başbakanlık için bina yapacağı zaman, “bu çok stratejik bir bina, bunu yaptırmak için ancak devletin kendi inşaat şirketine güvenebiliriz” demiyor, özel sektöre yaptırıyor. İşte böyle, bilim ve teknoloji ile ilgili ihtiyaç olduğunda da devlet bunu belli kurallar çerçevesinde özel sektöre verecek iklimi oluşturmalıdır ve özel sektörün önünü açmalıdır.
Bilim ve teknoloji alanında iddia sahibi ülkelerde TÜBİTAK benzeri kurumlar yok mu?
Yok. Dünyanın hiçbir gelişmiş ülkesinde bu şekilde hem politika belirleyen hem uygulayan bu tür bilim ve teknoloji kurumları yok.
POLİTİKAYI SİYASİ İRADE BELİRLEMELİ
Politika belirleyenden kastınız ne?
Bilim ve teknoloji politikalarının belirlenmesi... Bu çok önemli: Kaptan gemisini bir yere götürmek istediğinde önce hedefini belirler, ben gemimi şu limana götüreceğim der. Başbakanımız da bir hedef koydu, 2023 dedi. Dolayısıyla bizim bilim ve teknoloji hedeflerimizi buna göre belirlememiz gerekiyor ama bunu TÜBİTAK’ın değil, siyasi iradenin belirlemesi gerekiyor. Bunun için de bilim ve teknoloji alt yapımızın sanayimizin yüksek katma değerli gelişimi için ülke ekonomisini ve bilim anlayışını reform etmemiz gerekiyor. 1963 modelden 2023’ü hazırlayacak bir 2013 modeline geçmemiz gerekiyor.
TÜBİTAK nasıl çalışıyor peki, fonksiyonları nedir?
Üç fonksiyonu var. İlki, devletin bilim teknoloji politikasını belirlemek. Politikayı TÜBİTAK belirliyor, devlet onaylıyor. “TÜBİTAK söylüyorsa sorgulanmaz” gibi bir gelenek var.
NİYET İYİ OLSA DA SİSTEM KÖTÜ
Türkiye’nin güvenlik politikalarını yıllarca TSK’nın belirlemesi gibi mi?
Aynen öyle. Terör hatta Kürt meselesi onların kucağına bırakılmış ve yıllarca sorgulanmamış. Ama siyasi iradenin politika belirleme hakkı ve yetkisi vazgeçilemez ve asla devredilemez bir vazife ve yetkidir. Askeri, ekonomik ve diğer konularda olduğu gibi bilim ve teknoloji alanında da politika belirleme sorumluluğu siyasi iradeye aittir ve ne TÜBİTAK’a ve ne de başka bir kurum ve organa devredilmemesi şarttır. Aksi halde elli yıldır yaşadığımız sorunu yaşamaya devam ederiz. Problem bir sistem problemidir ve yöneticiler çok iyi de olsa, sistem düzeltilmeden düzelmez.
Devredilirse ne olur?
İlla kötü niyetle de olmayabilir, ama hesap verecekleri kimse olmadığı için, kendi zaviyelerinden ne onlara kolay ve iyi geliyorsa onu politika haline getirirler. Politika belirlemek siyasilerin asli vazifesidir. Politikaları belirlerken elbette ki bürokratlara da soracak, belirlenen politikaların takibini bürokratlar aracılığıyla denetleyecek ama herkesin şunu bilmesi lazım: Politika belirlemek hafif bir şey değildir. Bir tıp doktorunun safra kesesindeki taşı kendi kendini ameliyat ederek kendisinin alması ne kadar yanlışsa, kurumların kendi kanununu belirlemesi de yanlıştır. TÜBİTAK’ın diğer bir fonksiyonu da bu zaten, kendi belirlediği ve devlet politikası haline getirdiği konularda yine kendisi araştırma geliştirme yapıyor. Hem politika belirliyor ve hem de yapmayı üzerine alıyor. Politikayı belirleyen ile uygulayan asla aynı organ olmamalıdır. Bir süre sonra işine geleni politika haline getirir. Bu da kendi kendisiyle çelişen bir şey.
BİLİM, BİLİM İÇİN MİDİR HALK İÇİN Mİ?
Neden? Orada bir tekel var zaten.
Bunu hangi organizma yapsa sorun olur. Burada da kendisine uygun ve kolay görünen neyse onu politika haline getiriyor, sonra da yapıyor. Halbuki bilim ve teknoloji politikası, siyaset tarafından büyük Türkiye ideali için, Türkiye için iyi ve doğru olana göre belirlenmeli, herkes onu takip etmeli. Takip edemeyenin yerine takip edebilecek olan getirilmeli. Bu politikaları belirlenirken siyaset bürokrasiden de, bilim dünyasından da herkesten de şüphesiz görüş ve öneri alacaktır.
Bu biraz “sanat, sanat için midir, halk için midir” tartışmasına benziyor.
Kesinlikle. “Bilim, bilim içindir, kutsal bir şeydir dokunulamaz” fikri akademik camiada yaygındır. Halbuki politika yapıcının, bilim adamlarına “bundan sonra su 100 değil 150 derecede kaynasın!” diyecek hali yok. Ama Türkiye’nin önceliğinin ne olduğunu, kıt kaynaklarla hangi konularda araştırma yapmanın daha doğru ve yerinde olacağını, hangi konularda eleman yetişeceğine tabi ki siyaset karar verecek. Ve tabidir ki insanların ihtiyacını karşılayacak teknoloji geliştireceksiniz, zevk için değil. Temel bilimler konusundaki araştırmaları bunun dışında tutuyorum tabii ki!
ATI ARABANIN ÖNÜNE BAĞLAMAK LAZIM
Üçüncü fonksiyonu ne TÜBİTAK’ın?
Teknoloji geliştirmek isteyen şirketleri fonluyor. Devletin bir kurumunun teknolojik bir ihtiyacı varsa ihalesiz olarak bunu doğrudan TÜBİTAK’a verebiliyor, fiyatı ne olursa olsun, iş rekabete açılmıyor. Düşünün, özel sektörde bir kuruluş kendi imkânlarıyla ve bin bir zorlukla bir teknoloji geliştiriyor, TÜBİTAK da devletin verdiği bütçeyle bir teknoloji geliştiriyor. Diyelim ki özel sektörün ki en gelişmiş ürün olsun. O devlet kurumu yine gidip TÜBİTAK’tan alıyor. Ayrıca TÜBİTAK araştırma geliştirme ihaleleriyle kendi rakibini fonluyor. Böyle şey olmaz. Bunların hepsi çelişkili şeyler. Yani, bir kişi iyi bir hukukçu diye hem hakim hem savcı olmaz, mutlaka ayrı olması lazım. Ülkeyi yönetenlerin bu alanda da politika belirlemesi lazım, yani atı arabanın önüne bağlamak lazım. Ama burada kötü niyet aranmamalı. Herkes iyi niyetli ama sistem kötü, yapılan iş kötü. Bir çocuğun devamlı çikolata istemesi, annesini de çocuğunu çok sevdiği için ona sürekli çikolata vermesi ve onu şişman, hasta yapması gibi.
HOCALAR DA EVRİM GEÇİRMİŞ
Üniversitelerin durumu ne, TÜBİTAK’a alternatif olabilecek durumdalar mı?
Bir ülkenin teknolojik olarak kalkınabilmesi için üniversitelerinin çok iyi olması gerekir. 1982’de Gestapo rejimine uygun şekilde bir YÖK kurulmuş, dekanların rektörlerin merkezden atandığı, kendi başına bir şey yapmasına izin verilmeyen, güvenilmeyen, yüksek lise gibi bir durum. Hocalar da maalesef zamanla evrim geçirmiş, sisteme adapte olmuşlar. Halbuki üniversitelerimizi akademik olarak tamamen özgür bırakmamız, YÖK’ü tek işi akademik standartları devlet politikalarına göre belirleyen, uygulamasını teşvik eden ve denetleyen bir kuruma çevirmemiz lazım. Bakın, Akkuya’da 20 milyar dolarlık bir nükleer yatırım yapıyoruz. Bu, bütün ülkeler için çok büyük paradır. Ve bizim Türkiye’de nükleer konusunda uzman bir tek üniversitemiz yok! İlaç teknolojisi konusunda uzman bir üniversitemiz yok! Nanoteknoloji konusunda yok! Bunları fonlayarak 168 üniversitemizin her birine ayrı konularda Dünya çapında uzmanlıklar kazandırmamız lazım.
MIT’TEKİ HOCAYA ‘GERİ DÖN’ DEMİYORUZ
Bu ülkenin üstün zekalı çocukları eğitimlerini tamamlayabilmek için -buradaki üniversitelerin yetersizliği nedeniyle- yurt dışına göç etmişlerdir ve sonra yine aldıkları yüksek eğitimin Türkiye’de bir karşılığı olmaması nedeniyle orada kalmışlardır. Son yıllarda geriye göç başlamış gibiydi ama şu an durum nasıl?
Geri dönenlerin sayısında bir artış var ama artık onlara “bırakın ve dönün” demiyoruz. Diyoruz ki, “dünya küçüldü, orada kalın ama bizimle de çalışın”. Amerika’da, MIT’de profesör olmak çok zordur. Orada profesör olan birisine dön dememiz bize fayda değil zarardır. O orada kalsın ama bizimle iş birliği yapsın. Ona talebeler gönderelim, bizimle ortak projeler yapsın, iş birliğimizi artıralım. Ama Türkiye’yi de o hale getirelim ki, Türkiye sadece yurt dışındaki Türkler için değil, hangi dinden, dilden, ırktan olursa olsun dünyanın en akıllı insanları için cazip bir ülke olsun. Buraya gelsinler, iş kursunlar, üniversitelerde okusunlar, çalışsınlar. Bizim böyle bir iklim oluşturmamız lazım.
ASKERİ VESAYET BİZİ YEDİ BİTİRDİ
Türkiye’nin siyasi tarihine baktığımızda şunu net olarak görebiliyoruz: Türkiye sağ siyasi partilerin iktidarında kalkındı. Başbakan Erdoğan’a kadar da bunlar hep mühendis kökenli başbakanlardı. Ve şu da somut: Darbeci generallerin ağırlıkta olduğu utanç verici bir cumhurbaşkanı listemiz var. Ve görünen o ki, bu kalkınmacı başbakanlar her şeye rağmen ülkenin bilim ve teknolojide kaderini değiştirememiş. Neden sizce?
Her şeyin bir zamanı ve sırası vardı, var. Bunu yapabilecekleri bir fırsatları olmadı. Askeri vesayetle, vesayet kurumlarıyla o kadar çok uğraştılar ki. Daha düne, anayasa referandumuna kadar Sayın Başbakanımız da çok uğraştı. İki yıldır nefes alıyoruz, 2023 vizyonundan bahsediyoruz, dünyanın sayılı ekonomisi olmaktan bahsediyoruz. Askeri vesayet 1960’dan beri bizi yedi bitirdi tabiri caizse. 1986’ya kadar Türk parasını koruma kanunu vardı biliyorsunuz. Cebinizde bir dolar yakalanması halinde beş yıl hapis cezası alıyordunuz. Özal dedi ki “Biz bu gibi şeylerin arkasına saklanmayalım. Ekonomimizi dünyaya açalım”. Türk iş adamlarını aldı dünyaya götürdü, Türkiye’yi dünyaya açtı. İnsanlar diyorlardı ki “aman yapmayalım, ekonomimiz çöker, gelirler ülkemizi işgal ederler”. Böyle diyerek insanları korkutuyorlardı. 1994’te Gümrük Birliğine girerken de sesi çok çıkanlar vardı. Bir taraftan da Türkiye halkına beş para etmeyen kalitesiz ürünleri arabaları satıyorlardı. 1980’lerin başında 1 buçuk milyar dolardı ihracatımız, şu an 150 milyar dolar. Yükselen yeni bir sınıf, yeni fidanlar var. Teknolojik dönüşümü yaparsak çok daha büyük bir ekonomimiz olacak.
YENİ ‘DEVRİM’ BİR HAYAL Mİ?
Devrim otomobilinin nasıl yaptırılmadığını biliyoruz. Türkiye’yi içe kapalı tutmak, halkı kötü ve pahalı ürünlere mahkum etmek istedikleri halde hem vaveyla koparan hem de hâlâ ülkenin en zenginleri olanların bazı alanlarda yatırım yapma çekimserliğini neye yormalıyız? Başbakan’ın yerli otomobile teşvik için dökmediği dil kalmadı mesela, sizce bunun anlamı ne?
İster yalvaralım, ister kırbaçlayalım yapmayacaklardır. Bunun olmasının yolu iklimi değiştirmektir. Korunan odakları kaldırmamız herkesin önünü açmamız lazım. TÜBİTAK için söylediklerimizin özel sektörde karşılığı olan kurumlar da var. Kabuk değiştirmeyenler, kabuk değiştirilmelidir. Amerika’da bir girişimci diyelim ki dener iflas eder, seneye bir daha dener, sonra bir daha dener. Türkiye’de ise bir kere şansı var, iflas edenin ticari hayatı biter. Girişimcilik ortamı çok kötü. Bürokratik engeller aşılır reformlar yapılırsa Türkiye’nin önü çok açık.
KALKINMAMIZI İSTEMEYENLER VAR
Bilim ve teknolojide geri kalmışlığımızla darbe tarihimiz arasında bariz bir ilişki olduğu açık. Bunda dış müdahalelerin etkisi ne, kim yaptı bunu bize?
1800’lerde Amerika, zincirleyerek getirdiği Afrikalıları köleleştirdi ve pamuk tarlalarında çalıştırdı. Bugün aynı şeyi yapmak ekonomik anlamda da mümkün değildir çünkü o kölenin bile Amerika’da size aylık maliyeti en az bin beş yüz dolar olur. Hâlbuki Bangladeş’teki bir işçiye aylık 50 dolar verseniz hem güya köleleştirmemiş ve hem geri kalmış ülkeye istihdam sağlamış oluyorsunuz. Günümüzde köleliğin niteliği değişti. Önceden zorla, zincirle kölelik vardı şimdi ekonomik, gönüllü köleleştirme var. Bu zihniyet tabi ki bizim gibi ülkelerin kalkınmasını istemez. Bizim geri kalmış, aciz, beş bin işçi gönder dediğinde hemen gönderecek bir ülke olmamızı ister. Patron olmamızı, söz sahibi olmamızı istemez. Ama bizim bakışımız da, Sayın Başbakanımızın bakışı da, ahlaki olan da şudur: Geri kalmayalım, kalkınalım ve geri kalmış olanların da elinden tutup kalkındıralım. Bu bize de ekonomik fayda sağlar. Sömürmeyelim, bilgiyi paylaşalım. Bilgi mutluluk gibidir, paylaşıldıkça artar.
BİLİM VE TEKNOLOJİNİN BİR NUMARASI KİM?
Şu an dünyanın bilim ve teknoloji alanında en iyi olan ülkeleri hangileri?
En iyisi Amerika’dır. Singapur küçük ama bilgi ekonomisinin çok iyi işlediği bir ülke. Kore ders alabileceğimiz müthiş bir ülke. Çin, nüfusuna dayanarak ucuz iş gücünden faydalanıyor, akıllı hareket edip stratejik teknolojilerde adımlar atıyor ve dünyanın süper gücü olmaya aday. Hindistan işin hizmet tarafına kaydı, korkarım ki oyunun dışında kalacak. Batı Avrupa gazını kaybetti, nüfus kaybının doğal sonucu olarak inişte. Rusya doğal kaynaklarının yettiği yere kadar gidecek.
TÜRKİYE 10 YILDA İLK 10’A GİRER
Türkiye bu fotoğrafın içinde nerede? Gerçekçi bir analiz istiyorum.
Türkiye eğer bilim teknoloji sahasında dönüşümü sağlarsa önümüzdeki on sene içinde ilk 10’a girer, sonra da ilk 5’e girer. Doğru adımları atarsak Almanya’yı 20-25 yıl sonra yakalarız.
Bilim teknolojideki 2023 hedefi bu mudur?
2023 hedefimiz 500 milyar dolar ihracat yapmak. Almanya bugün bir buçuk trilyon ihracat yapıyor. Bizim 10 yıl sonraki hedefimiz Almanya’nın bugünün üçte biri. Biz bugün kilosu 10 dolara makine ihraç ediyoruz, Almanya 100 dolara ihraç ediyor. Aradaki fark, bilim ve teknolojidir. Bunu öne çıkartmamız lazım. Hedefimiz bu. Sistemimizi değiştirmezsek 2023’e varamayız, bulunduğumuz yerde de kalamayız. Reform şart. Çok vizyoner bir Başbakanımız var, en büyük şansımız o. Yolsuzluğu önledi, kaçağı israfı verimsizliği önledi, doğru adamları doğru yerlere koydu, vizyon verdi, motivasyon verdi. Bu sayede ekonomimizi 35 milyar dolar ihracttan 150 milyar dolara getirdik. Ama bundan sonrası için bu yeterli değil. Denklemi değiştirecek adımlar atmamız lazım. Şu an sattığımız şeylerden üç kat fazla satacak değiliz. Birim fiyatını değiştirmemiz lazım. 10 dolara değil 30 dolara 50 dolara 100 dolara makine satmamız lazım. Vesayet dönemine dönülmemesi için de bunu yapmamız lazım.
BİRGÜN UZAYIN FERRARİ’SİNİ YAPABİLİRİZ
Türkiye tankını tüfeğini uydusunu daha yeni yeni yapıyor, acemiyiz ve ürkek adımlar atıyoruz ama kendimizi azcık da uzay fatihi sanıyoruz. Objektif bakarsak biz bu işlerin neresindeyiz?
Uzay fatihi sanmıyoruz ama Göktürk-2 gibi bir uyduyu bizim mühendislerimizin yapması önemlidir, önemlidir, tebrik etmek lazım. Ama biz uydu yapmasını çözdük ve uzay teknolojilerine hâkimiz durumu değil bu. Bisikletten Ferrari’ye giden bir spektrum vardır otomobilde. Biz bisikleti geçtik, motosikletteyiz. Türksat gibi bir iletişim uydusunu kendimiz yapabilmeliyiz. Göktürk 2’yi yapan ekip inşallah onları da yapacaktır, Ferrari’mizi de yapacaktır. Hükümetin hedefi de budur.
GÖKTÜRK-2 NEDEN ÇİN’DEN FIRLATILDI?
Göktürk-2’nin Çin’den atılmasının özel bir anlamı var mı? Göktürk’lerin yaşadığı coğrafyayla, Türklerin at sırtında çıktıkları yere uyduyla varmasıyla ironik bir ilgisi var mı?
Yok, muhtemelen ekonomik olmasıyla ilgisi vardır. Mesaj vermeye çalışıldığını zannetmiyorum.
EZİK MİYİZ BİZ?
Başbakan Göktürk-2’nin fırlatılma töreninde Türkiye’de Batı hayranı ama özgüvensiz ezik nesiller yetiştiğini, bu uyduyla özgüven kazanacağımızı söyledi. Sizce ne demek istedi?
Bu çok önemli… Artık bu ezikliği atıyoruz, yapabilirim, yapabiliriz duygusu insanlar için de ülkeler için de çok ama çok önemlidir. Bilim adamlarımızda da vardı bu, ama artık daha az var. Yapabiliriz dememiz için siyasetçisiyle bilim adamıyla bürokratıyla bir ekip olduğumuzu hatırlamamız lazım. Şu bilim adamı şunu yaptı ama şu bürokratik kurum engel oldu gibi olumsuz örnekler değil aksini göstermemiz lazım.
ODTÜ’LÜ GENÇLERİN PROTESTOSU BÜYÜK TEZATTIR
Başbakan Göktürk-2 için ODTÜ’ye geldiğinde bir protestoyla karşılaştı, polis müdahale etti, tatsız şeyler oldu. ODTÜ de tam bağımsızlıkçı bir üniversite olarak bilinir…
Evet, ama ODTÜ Amerika tarafından kurulmuştur! Eğer hakikaten Türkiye’nin güçlü olmasını istiyorlarsa tamamen yerli üretim bir uydu fırlatılırken böyle bir şey yapmaları büyük tezattır. Şiddete başvurulmadığı müddetçe normaldir ama bunlar şiddet içeren, ideolojik, zavallı protestolar ve hoş görülmeleri mümkün değildir. Eminim o gençler ileride bu yaptıklarından utanacaklar ve gülecekler. Başbakan buraya giremez demek yerine uyduyla ilgili “güzel ama yetmez” demelerini isterdim, “daha iyisini istiyoruz, 2,5 metre çözünürlüklü değil 10 santim çözünürlüklü uydu yapılmasını istiyoruz” demelerini beklerdim. Muhalefet yapıcı olmalıdır.
AYA AYAK BASILDI MI?
Şimdi size spekülasyonu bol ama lezzetli şeyler soracağım: Amerika gerçekten aya ayakbastı mı?
Tabi, aya gidildi! Böyle şeylerin gizli kalması mümkün değil. Eminim ABD’li astronotlar yürürken SSCB de onları teleskoplarla adım adım takip ediyordu. Aksi olsaydı ABD’yi rezil ederlerdi.
Şu an uzayın fatihi kim?
Açık ara Amerika.
MARS’TAN GELEN TAŞIN DEĞERİ YOK, FAYDASI ÇOK
Soğuk Savaş dönemi aslında SSCB’nin “yıldız savaşları”nda ABD’yle yarışamayıp havlu atmasıyla bitti. ABD’nin uzay fatihi olması o zamandan beri mi böyle?
Bu hep böyleydi. SSCB’nin öncesinde de öyle bir gücü yoktu. Uzay araştırmalarının somut bir getirisi yoktur. Amerika Mars’a kaçıncı kez araç gönderdi. Oraya gidiyor toprağı analiz ediyor, taş getiriyor. Bunun ekonomik bir getirisi yok ama Amerika bu pahalı işi yaparken bütün üniversiteleri kurumları şirketleri çalışıyor, herkes yeni bir şeyler keşfetmek zorunda kalıyor. Bu da ekonomiyi teknolojiyi sürekli olarak yukarıya çekiyor. Benim Türkiye için hayalim şu: Biz de 2050’ye kadar Mars’a araç göndersek, gitse oradan taş toprak getirse. O taşın maddi değeri olmaz ama Türkiye’nin her hücresine bilim ve teknoloji nüfuz etmiş olur.
DİN BİLİME MANİ DEĞİLDİR
Din bilime, terakkiye mani midir?
Kesinlikle değildir. Peygamber Efendimiz (SAV) Arap yarımadasına peygamber olarak geldiğinde orası geri bir yerdi ama 30 yıl içinde her konuda hâkim konuma geldi. Biliyoruz ki dünyaya hâkim olan devletler her zaman teknolojide bilimde en ileri olan ülkelerdir. Fatih, İstanbul’u fethettiğinde dünyanın en ileri toplarını yapabilen en ileri teknolojiye sahip bir devlettik. Sonra teknolojik üstünlüğümüzü kaybettik ve bu bize çok pahalıya mal oldu. 8. Yüzyıldan 15. yüzyıla kadar bilim ve teknolojide böyleydik. Müslümanlar bilime teknolojiye önem vermeselerdi 600 yıl İspanya’ya hâkim olamazlardı.