Kur’an-ı Kerim’in ‘vahy-i ilahî’ olduğu  üzerine, 14 asırdır,  -dinsizlik dini’ olan ateizm de  dahil, başka dinlerin bağlılarınca ileri sürülmüş olan yığınla inkârcı,  reddçi iddialar dermeyan olunmuştur. Ama, bu mukaddes Kitab’ın bütün  mekân ve zamanlardaki insanlara mesajını vermeye devam ediyor. 
Yıllarca İlâhiyat  Fakülteleri’nde hocalık yapan bir kişiyi, kamuoyuna son yansıyan konuşması  üzerine, 4 Aralık tarihli yazımın giriş bölümünde eleştirişim birçok mesajlara  konu oldu. 
‘Fakir’i teyid eden yazılara fazla girmeyeceğim. 
‘Parlak zekâlı bir  akademisyenin düşünmesi’ne, aklına takılan konuları tartışmasına sınır  vurulmamalı..’   diyen ve onu eleştirmekle haksızlık yaptığımı ifade eden mesajlara  gelince.. 
***Bilindiği üzere,  asırlarca ‘maddenin parçalanamayan en küçük zerresi’ diye tarif  olunan ‘atom’ hakkındaki o kabulü,1905’lerde tersyüz edip, atom için, ‘maddenin  parçalanabilen en küçük zerresi’ tarifi getiren ve o  parçalanmanın sonunda ortaya korkunç bir enerji patlaması yaşanabileceğini  teorik olarak ileri süren fizikçiler arasında  yer alan, zekâ seviyesi (IQ’su) çok yüksek  insanlardan birisi sayılan Albert Einstein şöyle diyordu: ‘İnsanlar  benim aslında çok büyük bir şey yaptığımı sanıyor.. Gerçekte ben ne mi  yapıyorum? Bir okyanusunda sahilinde durup, okyanusa attığı taşın suda meydana  getirdiği dairevî dalgalar arasındaki irtibatın hesabını yapmaya çalışan  birisiyim..’ 
İlim adamlarının zekâ  seviyelerine saygı ve hayranlık gösterilebilir, ama, hele de onların en büyük  süsleri edeb ve tevâzûdur. Bunu, sözkonusu  zâtın bilmediği de söylenemez herhalde.. 
Ama, mâlûm bir kemalist  -ateist bir jeoloji prof.’unun ikide bir, ‘Allah da yok, Peygamber  de!..’ gibi hezeyanlarının yükseldiği bir kamuoyunda, öylelerine cevabımız,  ‘Lekum dinukum veliyedîn..’/ Senin dinin sana, benimki de bana..’ deyip  onu aramızdan dışlamak olurken; bir İlâhiyat prof.’u benzer hezeyanları  söylemek noktasına gelirse, ona sözümüz, ne ve nasıl olacak?  ‘Benim sözüm, Kur’an’ın  tamamına değil, bazı âyetlerine..’  gibi  gerekçelerine itibar mı edeceğiz? 
Kimse inanmaya  zorlanamaz, ama, ‘Ben Müslümanım’ diyen kimsenin de, Kitabullah’ın  bir kısmını kabul, bir kısmını redd yetkisi yoktur ve olamaz  herhalde..  İman, küllî bir kabuldür,  çünkü..
***Bu zât, bir ‘resmî  ideoloji ikonu’ konusunda, ‘Ben onun kurduğu rejimin çocuğuyum..’  gibi lafları saygılı bir dille ifade ettiği kadar olsun, Müslümanların en  kutsal ‘Kitab’ı üzerine konuşurken de aynı şekilde davranmalı değil  miydi? 
Merhûm Muhammed  Hamidullah, 1870’lerde Hind Müslümanlarının en seçkin  âlimlerinden İmâduddîn isimli bir zât’ın, birgün, bir âyeti reddederek, mürted  olduğunu ve o haliyle öldüğünü anlatmıştı, İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde  1972’lerde verdiği derslerinden birinde.. Yani, tek başına çok bilgili olmak,  kişiyi kurtarmıyor.
***İran’da, 1979 İnkılabı’ndan  sonra parlak zekâsıyla dikkati çeken Abdulkerîm Surûş var.. On yıllardır  yurt dışında yaşıyor.. Önce, ‘İman’ konusunda,  ‘Benim dinim tecrübî ilimler laboratuarında  yapılan denemelerden aklen, mantıken sağlam çıkarsa, işte bu benim dinimdir derim..’  gibi yazılar yazdı. Sadece, ‘Ölümden sonraki hayatı, tecrübî ilimler  laboratotuarında nasıl deneyeceksin?’ gibi itirazlar karşısında bile  söyleyecek  söz bulamadı, o görüşlerinde  ısrar etmedi.  Sonra, ‘Kur’an’ın ‘Kelâm-ı  Muhammed’ olduğu gibi laflar etti, 15-20 yıl öncelerde.. Büyük fırtınalar  koptu.. O da, ‘Ben sözgelimi, vişne dediğimde, bunun vişne  ağacının meyvesi olduğunu söylemiş oluyorum, ama, o ağaca o özelliği verenin de  Allah olduğu zâten belli..’ gibi bir kıyasla sözlerini te’vil etti ve o  görüşünü terkettiğini açıkça söylemese de, bir daha tekrarlamadı. 
Ama, bir süre sonra.. Kur’an  için, bir ‘Habnâne’, /rüyâ tabiri kitabı’ olduğu benzetmesi  yaptı, itirazlar yükselince de, ‘Peygamberlerin rüyâlarının ‘rüyâ’y-ı  sâdıqa’ olduğunu kabul etmiyor musunuz?’ gibi bir karşı sualle durumu  kurtarmaya çalıştı; şimdilerde artık o sözü de terkettiğini açıklamasa bile,  pek tekrarlamıyor. 
Şimdilerde daha çok,  ufuk açıcı, irfanî konularda konuşuyor, 
***Almanya’da Sevan K.  adında bir alman vardı, Hamburg’da.. Müslümanların içinde yetişmiş, onlarla  ünsiyet peyda etmişti. Mescidlerden çıkmıyordu be Müslümanlar da onu sevmişti.
Türkçe, Arabça Farsçayı  da öğrenmiş, bu arada prof. olmuştu. Müslümanlığını açıkça ilân etmiş ve  Muhammed adını almıştı, resmen.. Müntesipleri daha çok Yemen’de bulunan Zeydiye  mezhebini de benimsemişti. Bu arada, Münster Üni.’de ‘İslâm’ üzerine  dersler bile vermeye başlamıştı. 
Aradan bir zaman geçti,  bu kişi önce,  Kur’an’da isimleri  geçen ‘Ûl-ul’azm’ /şeriat sahibi peygamberlerin dışındakilerin  gerçek olmadığını söylemeye başladı. Daha sonra ise, bütün peygamberlerin  gerçek kişiler olmadığını iddia etti. Bu görüşlerini, bir Alman Tv. kanalında, ‘Peygamberliği  ve peygamberleri kabul etmeyen bir Müslüman!’ başlıklı bir proğramda da  anlattı. 
Geçen sene vefat eden ve  çok dikkatli bir Müslüman olduğuna şahidlik edilen ve Almanya’nın  diplomatlarından, eski büyükelçilerden Murad Hoffman, Münster Üni.  Rektörlüğü’ne;  ‘Öğrencilerinize İslâm  konusunda ders verdirdiğiniz kişi, sadece İslâm’ı değil, özü itibariyle ilâhî  vahye dayalı bütün dinleri de reddeden birisidir..’ diye itiraz edince, o  dersleri vermekten uzaklaştırıldı, başka bölüme   gönderildi. O kişi daha sonra Muhammed adını resmen terkedip  yeniden Sevan adına döndü. 
Bu alanda pek çok  kaygan zeminler ve nice kayıp gidenler  görülmüştür..
***14 asırdır, Kur’an  üzerine yüzlerce müfessir tarafında pek çok tefsirler yazılmıştır. Bu durum,  farklı yorumların olabileceğine de işaret eder.. Ama, Kur’an’ın tamamını  veya bir kısmını redd ve inkar sözkonusu olursa, bu durum, bir iman  sisteminin temel sütunlarına balyozla saldırmak gibidir. Bizim de kimseyle  şahsî bir mes’elemiz de yoktur. 
Ama, kişi için mizân/  ölçü, geçmişi değil de, şimdiki halidir. Bunun içindir ki, ârif, bilge  kişiler, ‘Ya Rabb! En hayırlı ânımı, en son ânım eyle!.’ diye dua  etmişlerdir. 
***Bir ‘İlâhiyatçı  öğretim üyesi’ dostum, mesajında, ‘İlâhiyat’larda daha neler-neler  var, hangi birisini azledeceksin, hem kanûnen öyle bir yol da yok..’ diyordu.  
Bir üniversitede felsefe  doçenti olan bir dost da, youtube’da yayınlanan ve bir papaz’ın  temiz bir türkçe ile, son derece mülâyim, müeddeb ve asla saldırmadan, bin yıl  öncelerdeki bazı kitablarda yazılanlardan hareketle, ‘Ben iddia etmiyorum,  sadece soruyorum..’ diyerek anlattıklarına değinerek, ‘Yoksa, bizimki  de, bu papazın etkisinde mi kalmış?’  diyordu.
‘Hayır, o papaz, bazı  tarihçilerin, Taberî, Vaqidî, vs’nin yazdıklarını esas alarak İslâm konusunda  şüphe uyandırmaya çalışıyor; bizim prof.’umuz ise, direkt, Kur’an’ın  bazı âyetlerine saldırıyor, onları reddediyor.’  dedim.  
***Ağızdan çıkan söz,  gerili yaydan fırlamış bir ok gibidir. Söz, bir kez dudaktan  çıktı mı, vardığı yerde yara açar, iz bırakır veya tahribata yol açar. Sözü  baştan tutmak ve doğruluğuna inanılıyorsa, o zaman da, neticesine katlanmak,  bedelini ödemek gerekir.  
***İman kapısına  tartışılarak varılmaz. İman, aklî bir kabul ve kalbî bir teslimiyetle  gerçekleşir. Hakikati bulayım diye hayatın nice meselelerini tartışanlardan  niceleri, ‘Ey hakikat, ben seni her tarafta ararken, meğer sen benim  kalbimdeymişsin..’ noktasına gelip, sükûn ve itminana kavuşmuştur.