Hep 'bir' olmaktan, birlikten, vahdetten söz ederiz; ama, bu, bizim gibi olmayanların tamamiyle yok olmasını istemek şeklinde olmamalıdır. Çünkü, yaratılmışlar âlemi, 'bütünüyle bir 'âlem-i ezdâd'dır/ zıdlar âlemidir'. Bu mükevvenâtta, her şey zıddıyla kaimdir.
Ülkemiz bu gibi, birbirine çok uzak gruplar, fırkalar açısından, gözümüzün önündeki rahatsızlık verici örneklerdir. Ama, Müslüman kitleler, Kur'an-ı Kerîm'i ve Hazret-i Peygamber (S)'in hayatını okur ve dinler ve sonra da, 'Yahu, her şey ap-açık ortada iken, Müslümanlar niye birlik olamıyorlar?' diye hayıflanırlar.
Halbuki, siyasî gruplar ve gruplaşmalar gerçeği sadece bugün değil, geçmiş asırlarda da, o günlerin sosyal yapısı içinde de hep vardı. Ve Hz. Peygamber'den hemen sonraki dönemde, ilk Müslümanlar bile bir takım ayrışma tabloları sergilemekten uzak duramadılar. Evet, ideali isteyelim, ama, realiteyi, mevcud durumu hayal kırıklığına uğramadan anlamayı da unutmayalım.
*
Müslüman geçmişimizde, bir çok noksanlara rağmen, yine de emperyalistlerden emir almayan bir yönetim sistemimiz vardı.. O sistemin, 100 yıl öncelerde emperyalistler eliyle yıkılması ve o yıkılışımızın enkazı üzerinde, kalbleri ve beyinleri emperial güçlerin dayatmalarına ayarlanmış yerli kuklaların tahakkümüne dayalı yönetimler, Müslüman halka, 'Bu iş mutlaka olacaktır, amma, ihtimal ki, bazı kelleler koparılacaktır..' şeklindeki tehdit ve yöntemlerle çok acılar taddırmıştır. Ama, bu uygulamalar, sosyal meselelerin hallini daha da derinleştirmekten başka bir sonuç vermemiştir.
Bunun için, sadece bu ülkedeki durumu hatırlamak bile yeter. Nitekim, 1924'te, Rauf Bey, Kâzım Karabekir, Ali Fuad (Cebesoy) , Refet (Bele) Paşa'lar ve Dr. Adnan (Adıvar) gibi isimlerin öncülüğünde kurulan 'Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası' örneğinin âkıbetini, kurulan dârağaçlarını hatırlamak, sadece, o günlerde, ortaya atılan 'İzmir Suikasdi Teşebbüsü' hikâyesinde bile, -o iddia, şâyed doğru idiyse bile- hiç bir eylem yapılmadığı, tasavvur halinde kaldığı halde, o dönemin önde gelen isimlerinden 15 kişinin idâm edilişi ve arkasından, Şeyh Said Ayaklanması ve onun kanlı bir şekilde ezilmesinin meseleleri halletmediğini göstermesi çok öğreticidir.
Ama, iç meseleleri zor yoluyla halledebileceklerini sananlar, nice acı denemelere rağmen bu gerçeği idrak edememişlerdir. Bu yüzden, 1930'larda, yönetimin başı, çocukluktan beri yakın arkadaşı olan Fethi (Okyar) Bey'e, 'Bugünkü manzaramız, diktatörlük manzarasıdır..' diyerek, Serbest Cumhuriyet Fırkası'nı kurdurur. Yani, tam bir 'muvazaa / danışıklı dövüş' partisidir bu.. Ama, halk kitleleri o sıkboğaz ediliş atmosferinde, gerçek zanneder bu hareketi. Nitekim, Fethi Bey, her gittiği yerde bir 'kurtarıcı' gibi karşılanır. Gittiği devlet dairelerinde dönemin en üst yöneticilerinin fotoğrafları devlet dairelerinden sokaklara atılır ve ateşe verilir; Fethi Bey'in, 'gerçek bir kurtarıcı' sanılarak diye karşılanmasındaki izdihamda, İzmir'de onlarca insan ölür ve bu 'danışıklı döğüş fırkası'nın bile kontrolden çıktığı anlaşılınca, o fırka da, en üst yönetici tarafından, kuruluşunun 99'ncu gününde kapatılır.
Sonra, 1937'de Dersim Faciası yaşanır. 1,5 yılda, isyancı diye öldürülen sivil insanların sayısı, resmî arşivlere göre en az 14 bin kişidir.
Bütün bunlar, şu son günlerde hem 29 Ekim, hem de 10 Kasım törenleri sırasında allanıp pullanarak anlatılan Cumhuriyet adına yapılıyordur. Halbuki yapılanlar, Cumhuriyet adına kurulan bir 'saltanat'ın varlığına işaret ediyordu. Ama, o dönemi hatırlamayalım denilir, genelde..
Devlet Bahçeli Bey de, geçen haftaki konuşmasında, 'Cumhuriyet'in kurucu kadrosu'ndan söz ediyordu.. Merak ettim, o 'kurucu kadro, kimler'miş diye.. 'M. Kemal, Fevzi ve İsmet Paşa'lar.. Gerçekte ise, 'tek kişilik bir kadro ve koro' demek daha yerinde olur.
Oh, ne güzel 'Cumhuriyet'!. Yani, halkın cumhurunun, ekseriyetinin irade ve reyine göre teşekkül eden bir yönetim biçiminden habersiz, cumhursuz bir cumhuriyet..
Halk nerde?
Gerek var mıydı?
Gelsin, 'halk'a rağmen, halk için.. ' diyerek yapılan devrimler.. Ve 19 Mayıs 1919 öncesi dünyamızın bütün değerlerini, kurumlarını yok etmeyi şiar edinen bir yıkım dönemi..
*
Biz, Cumhuriyet'in gerçeğine tâlibiz ve bir 'mütegallibe taifesi' tarafından 'Cumhuriyet' diye yapılan uygulamalara değil!.
*
İkinci Dünya Savaşı, Hür Dünya diye yaldızlanan Amerikan emperyalizmi, halklarınca seçilen kadroları muhatab almak isteyince, yeniden, bir parti kurulması zarûreti kendisini hissettirmiş ve 14 Mayıs 1950'de yapılan ilk serbest seçimle Demokrat Parti iktidara gelmiş¸ 'ilk Şef'in son başvekili' Celâl Bayar Reisicumhur, Adnan Menderes de başvekil olmuştu. Cumhuriyet adına kurulan fiilî saltanatın kurucu kadrosunun en yetkili ismi artık Celâl Bayar'dı. Ve Adnan Menderes, 'kurucu kadro'nun 'ilkeler'ine itina göstermediği için, 10 yıllık bir Başbakanlık hizmetinin karşılığını, düzmece bir mahkemede verilen idâm hükmü gereğince, dârağacında can vererek alır.
'Cumhuriyet adına saltanat' süren kadrolar, bu cinayeti de alkışladılardı, on yıllar boyu..
Ama, sosyal bünyenin rahatsızlık ve gerilimlerine ne çare sunmuştu, o askerî darbeler, o dârağaçları ve bunları mâzur gösteren bir takım ilke'ler?
Hiç..
*
Artık, 'milletin hür iradesiyle hükmetmek noktasına erişmemizin ülkeyi daha da güçlendireceği anlaşılmalı ve gerçek cumhuriyete erişmek önündeki bütün engeller' kaldırılmalıdır.
*