Türkiye'de belediyeler noktasında yürütülen geniş kapsamlı yolsuzluk operasyonu, yalnızca mahkeme salonlarında değil, siyasetin en üst katlarında da şok dalgalarına sebep olmaya devam ediyor. Operasyonun baş şüphelisi olan bir suç örgütü liderine ait makam aracının, ana muhalefet partisinin genel başkanı tarafından kullanıldığına dair bir iddianın ortaya çıkması, sıradan bir protokol hatası değil; hem hukuk hem de siyaset etiği açısından derinlemesine incelenmesi gereken bir vakadır.
Öncelikle hukuki çerçeveyi netleştirmek gerekir. Türk Ceza Kanunu'nun 220. maddesi, suç işlemek amacıyla örgüt kurma, yönetme ve örgüte üye olma suçlarını düzenler. Bu madde kapsamında, örgütle organik bağ kurmak; yazılı sözleşme, mali transfer veya fiili yardım şeklinde olabilir. Burada sembolik ya da maddi değeri düşük gibi görünen bir araç kullanımı bile, soruşturma makamlarınca "bağ" delili olarak değerlendirilebilir.
Masumiyet Karinesi ile Kamu Vicdanı Arasında
Tabidir ki, bu noktada masumiyet karinesi tezini (Anayasa m. 38, AİHS m. 6) geri planda tutmamamız gerektiğini belirtmekte fayda görüyorum. Hiç kimse, suçluluğu mahkeme kararıyla sabit oluncaya kadar suçlu ilan edilemez ve hukuk ahlaki bu koruma mekanizmasını sacayağı olarak ele almaktadır. Dolayısıyla, yalnızca aracın kullanılmış olması tek başına kesin suç isnadı için yeterli değildir; kast, bilme ve bilinç unsurları titizlikle incelenmelidir.
Şayet bahse konu olan araç, suçtan elde edilen bir malvarlığı değeri ise, TCK m. 282 (suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama) kapsamında değerlendirme yapılabilir. Bu noktada savcılık, aracın kaynağı, mülkiyet zinciri ve kullanım amacını araştıracaktır.
Siyasetçinin, aracın gerçek sahibini bilip bilmediği, bu bilginin ne zaman ve nasıl edinildiği hukuki açıdan kritik önemdedir. Burada "bilme yükümlülüğü" kavramı, özellikle kamu görevini temsil eden kişiler açısından daha ağır işler; çünkü siyasi liderlik, yalnızca yasal sorumluluk değil, öngörü sorumluluğu da getirir.
Liderliğin En Ağır Yükü: Öngörü Sorumluluğu
Siyaset etiği açısından tablo çok daha hassastır. Kamu güveninin korunması, yalnızca yasalarla değil, algı ve sembollerle de sağlanır. Bir siyasi liderin, organize suçla anılan bir kişinin malını kullandığı iddiası aksi ispat edilmediği müddetçe, toplumda "çıkar ilişkisi" veya "örtülü ittifak" algısı yaratır.
Burada etik ilke açıktır: "Temiz olmak yetmez, temiz görünmek gerekir." Bu görünürlüğü sağlayacak hassasiyetin gösterilmemesi, hukuken suç teşkil etmese bile, siyasi meşruiyet açısından ciddi erozyon yaratır.
Bir bilim insanı olarak biliyorum ki, siyasetin en kırılgan alanı güven sermayesidir. Hukuk, deliller ve ispat yükü üzerine inşa edilir; ama siyaset, güven ve algı üzerine. Hukuk, bir iddianın doğruluğunu kanıtlayana kadar susabilir; fakat etik, gecikmiş bir yüzleşmeyi affetmez. Liderlik, yalnızca kriz yönetmek değil, krizlerin doğmasını önlemektir.
Hukukun Terazisi, Siyaset Etiğinin Aynası
Bu olayın yargısal boyutu, şüphesiz bağımsız mahkemelerce karara bağlanacaktır. Ancak kamu vicdanı, yargı kararından önce hüküm verebilir. Bu nedenle, siyasette hesap verebilirlik kültürü ve şeffaflık, en az hukukun maddi gerçekliği kadar önemlidir.
Unutulmamalıdır ki, hukuk susarsa etik konuşur; etik susarsa tarih konuşur. Ve tarih, kirlenmiş isimleri asla aklamaz. Türkiye'nin demokrasi yolculuğunda bu tür vakalar, yalnızca bir skandal değil; geleceğin siyaset kültürünü belirleyecek sınavlardır. Bu sınavı kaybetmemek, hem hukuk devleti ilkesini hem de siyasetin onurunu korumakla mümkündür.