‘Türkiye, Rusya ve İran liderleri’ arasında 7 Eylûl günü yapılan Tahran Zirvesi’nin özeti için en münasip söz, herhalde, ‘Dağ fare doğurdu..’ olsa gerek..
Çünkü, Erdoğan, Rûhanî ve Putin arasında yapılan bu Zirvenin tam öncesinde, Rusya ve Suriye savaş uçaklarının bombardımanları, Tahran Zirvesi’nin Türkiye’yi etkisiz hale getirmek için kullanıldığını ortaya koydu. Bombardımanın, o toplantının başladığı saatlerde de sürdürülmesi, Türkiye’ye bir kararlılık ve gövde gösterisi mahiyetinde idi. TC. Dışişleri Bakanlığı’nın psikolojik savaş stratejistleri, bu durumda toplantının devam etmemesi gerektiği şıkkını hatırlatabilirlerdi. (Ki, bu konuda çok umutlu olunmaması gerektiğine ve buZirve öncesinde, Rusya savaş uçaklarının İdlib’i bombardıman ve İran Sav. Bakanı’nın da İdlib civarındaki İran askerî birimlerini, -üstelik de alışılmışın dışında, askerî üniformasıyla- teftiş etmesinden maksadın, inisiyatif üstünlüğünün kendilerinde olduğunu hatırlatmak olduğuna, 6 Eylûl günü bu sütunda değinilmişti.)
Zirve’nin ‘Sonuç Bildirisi’ hazırlanırken, Tayyip Bey’in, İdlib’de bir ‘ateş-kes’ çağrısı yapılması yolundaki talebine Rusya veİran’ın aynı anda ‘Hayır!’ demesi ilginçtir. Putin tarafından ‘Türkiye Başkanı’nın teklifi keşke gerçekleşseydi, çok iyi olurdu. Ama, orada silah kullananlar bu masada yok, onlar için karar alamayız..’ şeklinde, diplomatik bir dille ipe un serilmesi ve arkasından da Rûhanî’nin, ‘Suriye’deki bütün terörist güçlerin yok edilmesi gerçekleşinceye kadar mücadeleye devam edileceği’nden söz etmesi, bu ikili arasında, Tayyip Bey’den gelecek böyle bir muhtemel talep karşısında, önceden ortak bir karşılık verilmesi yönünde anlaşma olduğunu göstermektedir. Halbuki, doğru söylemiş olsalardı, Suriye’nin geleceği hakkında karar verirken, terör örgütlerine karşı mücadele vermek adına, yüzbinlerce insanın hayatını söndüren ve milyonlarca insanın da perişan vaziyette, yerlerinden- yurtlarından kaçmasına zemin hazırlayan Suriye Baas rejiminin de, o masada olmadığı ve bir terör mekanizması olduğu gerçeği de hatırlanabilirdi. Bu iki ülke, âlemi kör yerine koyup, Suriye’de kendileri dışındaki herkesi gayrimeşru olarak niteliyorlar.
***
Bu olumsuzluğa rağmen, masada müzakere edenler arasında bulunmanın bir takım avantajları yine de vardı elbette.. Nitekim, Başkan Erdoğan’ın, ‘Türkiye’yi tehdit eden unsurlar yok olmadığı ve Suriye’nin toprak bütünlüğünün gerçek mânâda sağlanmadığı müddetçe, Türkiye’nin Suriye’den çıkmayacağını, bu konuda kesin kararlı olduğunu’ söylemesi ve ‘teröre karşı mücadele adı altında Suriye’de yapılanlara ortak olunmayacağı ve seyirci kalınmayacağı‘ hususunda bir kararlılık sergilemesi dikkat çekiciydi.
***
Bu arada, Amerikan Başkanı Trump, henüz birkaç ay önce Beşşar Esed için ‘Hayvan (Animal) ’ diye tweet attığı halde, şimdi, ‘Suriye Devlet Başkanı’ sıfatını kullanıyor ve ‘Suriye’yi kimin yöneteceğini belirlemek bizim işimiz değil..’ diyerek, Fırat’ın batısındaki Suriye’yi Rusya’ya bırakmış gibi gözüküyor. Çünkü, İsrail rejiminin güvenliği, Rusya güdümündeki Suriye’de daha bir garanti altında.. Bu yüzden, Esed’i diğer şıklara göre daha tercihe şayân görüyor. Esed’in -eski başkan Obama’ya, ‘İsrail’le anlaşması için yardımcı olunmasını’ yönünde mektup yazdığının açıklanması da bu tercihte etkili olmuşa benziyor. Fırat’ın doğusundaki Suriye ise, zâten Amerika’nın elinde..
***
Suriye’deki bu durumdan İran’ın da faydalanacağı umulurken, Amerikan tahakkümünün hâlâ da sürdüğü Irak’ta, -Basra’da sokağa çıkma yasağı ilanını bile gerektiren- İran karşıtı protesto eylemlerinin yakma ve tahriplere bile dönüşmesi ise, İran’a gösterilen bir sopa mahiyetinde..