Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle birlikte uluslararası sistemde "ideale yakın" bir düzen arayışı başlamıştı. Özellikle 1990'lı yılların başında, liberal demokrasilerin yükselişiyle birlikte bazı çevreler artık savaşsız, müreffeh bir küresel düzenin kurulduğunu iddia ediyordu. Ancak bu iyimser tablo kısa sürdü. Körfez Savaşı, Irak'ın işgali, Orta Doğu'daki iç çatışmalar ve Afrika'dan Asya'ya kadar kaynak ve etnik temelli savaşlar, bu iddianın geçerliliğini sorgulanır hale getirdi.
Birleşmiş Milletler gibi küresel kuruluşların savaşları önlemedeki başarısızlığı, insan haklarını koruma iddiasının ise sadece söylemde kaldığı görülüyor. Özellikle İsrail'in Filistin'e yönelik saldırıları karşısında uluslararası sistemin sessiz kalması, küresel yapıların meşruiyet krizini derinleştiriyor. Bugün ne BM ne de Batı merkezli güç blokları, küresel adaleti ve barışı tesis edecek kapasiteye sahip görünmüyor.
Amerika Birleşik Devletleri'nin Soğuk Savaş sonrası dönem boyunca tek kutuplu düzenin merkezinde yer alması, başlangıçta bir istikrar unsuru olarak görüldü. Ancak zamanla bu hegemonyanın daha çok bir baskı ve çıkar mekanizmasına dönüştüğü açıkça ortaya çıktı. ABD'nin Filistin'de insan haklarını hiçe sayan politikaları, Ukrayna'daki savaşta taraf olması ve küresel çıkarlarını önceleyen müdahaleleri, ona olan güveni zayıflattı. İç siyasetinde yaşadığı krizler, kutuplaşmalar ve uluslararası prestij kaybı da bu güven erozyonunu derinleştiriyor.
Ancak tarihte her hegemonik gücün zayıfladığı ve yeni güç odaklarının ortaya çıktığı dönemler olmuştur. Bugün dünyamız da böyle bir eşikte. Artık ABD merkezli tek kutuplu bir dünya düzeni gerçekçi ve sürdürülebilir değil. Bunun yerini, bölgesel güçlerin daha fazla sorumluluk aldığı çok merkezli bir yapının alması kaçınılmaz görünüyor. Çin, Hindistan, Türkiye, Güney Afrika gibi ülkeler, sadece ekonomik büyüklükleriyle değil; diplomatik girişimleri ve kriz çözme kapasiteleriyle de yeni küresel düzenin aktörleri olmaya adaydır.
Bu geçiş süreci kolay olmayacak. Uluslararası sistemin yeniden inşası zaman alacaktır. Ancak bölgesel güçlerin iş birliğine dayalı, daha adil ve dengeli bir yapı, hem savaşları önlemede hem de insani değerleri korumada daha etkin olabilir. Türkiye, coğrafi konumu, tarihi birikimi ve diplomatik kapasitesiyle bu süreçte kilit bir rol üstlenebilir.