Osmanlının yıkılışı her bakımdan bir "altüst oluş"tu. Çünkü normal bir yıkılış değildi bu. Batılı düşünürlerin de dediği gibi "Osmanlı durdurulmuş bir medeniyetti". Haliyle geride kalanlar üzerinde çok yönlü ve uzun süreli etkiler bıraktı. Bu şekilde zamansız çekip gitmesi, derin toplumsal travmalara yol açtı.
Biz, geçen hafta Osmanlı sonrası Türkiye'sinde biri İngilizlerin, biri de tek partinin olmak üzere iki ayrı "yüzyıl"ın, yüz yıl boyunca yarıştıklarını söylemiştik. Hiç kuşkusuz bu, üstyapıda cereyan eden bir süreçti. Ama acaba tabanda bu süreç nasıl yaşanıyordu? Bugün, tabanda, diğer bir ifadeyle Osmanlı bakiyesi olan Türkiye sosyolojisinde yüz yıllık sürecin nasıl yaşandığına bakacağız.
Malum, Türkiye toplumu gerçekten de imparatorluk bakiyesi niteliğini haklı çıkaran bir yapıya sahiptir. Kemiyet olarak azalma olmuşsa da Osmanlının barındırdığı dini ve etnik bütün toplumsal kümelerin temsilcileri az veya çok olmak üzere hayatlarını sürdürmektedir bu topraklarda. Elbette bu ülkede çoğunluğu Türkler ve onlardan sonra da Kürtler oluşturmaktadır. Dolayısıyla bu iki toplumu ele aldığımız zaman, Osmanlının yıkılışından sonra ülkenin sosyolojisinin genelinin yaşadığı travma hakkında gerçek veya gerçeğe yakın bir kanaate varabiliriz.
Osmanlının çöküşünün, doğal ömrünü tamamlayan bir devletin çöküşü şeklinde olmadığı, daha çok dışarının zorlaması ve yıpratıcı savaşlarıyla gerçekleştiği için, sözünü ettiğim bakiyenin bu iki büyük kesimi üzerinde travma etkisi bırakması kaçınılmazdı. Türkler, elde kalan toprakların birkaç katı toprağı, kaşla göz arasında kaybetmenin travmasını yaşarken, beka endişesine kapılırken, Kürtler, Osmanlılar zamanında bölgelerinde sahip oldukları imtiyazlı toplum niteliklerini yitirip itibarsızlaştırılmanın travmasının girdabına düştüler. Bir başka açıdan varoluş endişesine kapıldılar. Dediğim gibi her ikisi de gerekçesiz değildi.
Türklerin travması, temelsiz, mesnetsiz bir fobi değildi kuşkusuz. Söylediğim gibi bugün elde kalan toprakların birkaç misli toprağı, hem de bir insanın ömrü kadar kısa bir süre önce kaybetmiş bir toplumun bölünme endişesi, yabana atılacak, dayanaktan yoksun bir fobi olarak nitelendirilecek bir korku değildir. İngiliz ve İnönü yüzyılları yarışırken bu korkuyu kendi amaçları doğrultusunda diri tutmaya çalıştıkları da bir gerçektir.
Kürtlerin travması da yabana atılır cinsten değildi. Yüzyıllar boyunca hilafetin hakimiyeti altında, onu temsilen bölgede imtiyazlı bir konumda olarak, prenslikler (mîrlikler) şeklinde yarı özerk bir hayat sürdürdükten sonra bir anda öz vatanında parya durumuna düşmek az bir travma değildir tabi. Tek parti rejimi, İngiliz yüzyılının sonuç almasını önlemek adına Kürtlerin bu travmasını daha da derinleştiren uygulamalarıyla ülke içinde derin bir kaosun ortaya çıkmasına yol açtığı gibi İngiliz yüzyılının istediği sonuçları almasına da büyük katkı sundu.
Doğal olarak tabanın yüz yılı travmaların, mağduriyetlerin yarıştırılması şeklinde geçti. Bunun da en az İngiliz yüz yılı ile tek parti yüz yılı kadar yıkıcı, yıpratıcı, oyalayıcı olduğu ortaya çıkmıştır.
Bu yüzden Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş'un son Diyarbekir ziyaretinde verdiği mesajları görünce, son derece dengeli, dikkatli, ihtiyatlı bir zeminde hareket edildiğini düşündüm. Bu, boşa geçmiş yüz yıldan gerekli dersi almış bir devlet tavrıdır dedim. Devlet aklı, önceki meşum yüzyıllara alternatif bir yüzyıl tasarlarken, buna ilişkin adımlar atarken Türklerin ve Kürtlerin travmalarını sağaltmaya çalışıyor diye ekledim.
İngiliz ve tek parti yüz yıllarını hayatımızdan çıkarırken kendi travmalarımızı yarıştırmaktan da vazgeçmemiz bir zorunluluktur.