Amerikan Başkanı Trump ve Yardımcısı Pence’in, Türkiye Başkanı Erdoğan’ın adını açıkça zikrederek ondan, Pastör/Papaz Brunson’un derhal serbest bırakılması ve Amerika’ya döndürülmesini direktif verir gibi istemeleri, ‘aksi takdirde Türkiye’ye ağır yaptırımlar uygularız..’ diye tehdit savurmaları karşısında Erdoğan tarafından, ‘Bize baş eğdiremezsiniz’ şeklindeki sert cevap, ona da, milletimize de yakışan ve dünkü yazımızın sonunda dile getirilen temenniye de uygun bir tavırdır.
***
Ancaak.. Washington Post gazetesinde çıkan haberler, konuyu muğlaklaştırmıştı. Çünkü, sözkonusu gazete, ‘casusluk yaptığı suçlaması’yla sionist İsrail rejimi tarafından 1,5 ay kadar tutuklu olan TC. vatandaşı Ebru Özkan’ınserbest bırakılması karşılığında Brunson’un da serbest bırakılması üzerinde tarafların anlaşmaya vardığını iddia etmiş, ama, TC Dışişl. Bakanlığı Sözcüsü bu iddianın kesinlikle doğru olmadığını açıklamıştı. Ne var ki, Brunson’un -üstelik de gelecek duruşmasına, daha iki aydan fazla bir zaman olmasına rağmen- İzmir mahkemesince, cezaevinden tahliye edilmesi ve ev hapsine konulmasına karar verilmesi de hemen bu arada gerçekleşiyordu.
***
Nitekim, Başkan Erdoğan’ın BRICS (Brezilya, Rusya, Çin, India (Hindistan)ve Sud/Güney Afrika) Toplantısı için gittiği Afrika gezisinden dönüş yolunda, muhabirlerin,‘Brüksel’deki NATO Zirvesi’nde Trump’la ilişkinizi yansıtan çok güzel fotoğraf vardı. Bugün neden bu noktaya gelindi?’ şeklindeki soruya Başkan tarafından verilen cevap ve açıklama, konuya yeni boyutlar kazandırdı.
Başkan -özetle- şöyle diyordu:
‘Her halükarda olay, bir pazarlık neticesinde ortaya çıkmış değil. Öyle bir şey yok. Dışişleri Bakanımız aracılığıyla, Ebru Hanım’ın İsrail’den çıkışına yardımcı olunması iletilmiştir. Ancak, Ebru cezaevinde değildi zaten.. Serbest bırakılmış ama pasaportuna el konulmuştu.. İsrail dışına çıkmasına müsaade etmiyorlardı. Biz ABD’lilere, serbest bırakılmış ve de hiçbir günahı olmayan Ebru kızımızın pasaportunun verilerek İsrail’den Türkiye’ye dönüşüne yardımcı olabileceklerini söyledik. Ama, onlara, ‘Karşılığında biz de size Brunson’ı vereceğiz’ demedik; aramızda bu tür bir pazarlık olmadı. Bununla beraber, Trump, Netenyahu’yu aramış. Nitekim Netenyahu da, ‘Bana Trump telefon etti, biz de bıraktık’ gibi bir açıklama yaptı. (…) ABD ile ele aldığımız muhtelif adlî konular var. FETÖ’nün elebaşının iadesi, Halkbank, Hakan Atilla’yı da konuşuyoruz. Biz Brunson’ı hiçbir zaman bir pazarlık konusu yapmadık. Türkiye’deki yargı, Brunson hakkında, hastalığını göz önüne alarak, iyi niyetle ev hapsi yönünde karar vermiş.
Yargı kararına saygı duymak yerine, konuyu Türkiye’ye yaptırım meselesi haline getiriyorlar. Yaptırımlarla Türkiye’ye geri adım attıramazsınız. Biz Amerika’ya göbeğimizden bağlı değiliz. ABD, bu tavrı değiştirmez ise, Türkiye gibi güçlü ve samimî bir ortağı kaybedeceğini de unutmamalı.’
***
Evet, açıklama böyle..
Amma.. Trump’ın Brunson için önceden beri dile getirdiği talepleri ortada iken.. Ondan yardım istenmekle, Trump’a bir umut ve dahası, bir ‘trump’/ koz verilmiş ve o da hemen o ricayı Netenyahu’ya duyurmuş.. (İngilizcede ‘trump’, türkçedeki ‘koz’ demektir.) Ayrıca, bir yabancı dil ne kadar iyi bilinirse bilinsin, ince farklılıklar da böyle bir hava oluşturmuş olamaz mı?
Ve, diplomaside, ‘Win-Win’/ Kazan-Kazan’ formülünün hâkim olduğu göz önüne alınırsa, hele de her fırsatı değerlendiren Trump gibi birisinden o yardım istenmekle, ona verilen bir zımnî umutun karşılıksız kalması ve aldatılmışlık duygusu bu tabloyu ortaya çıkarmış olamaz mı?
Biraz da teenni ile düşünelim..