Ertuğrul Özkök’ün, “Ya Türklerin haysiyeti ne olacak” başlıklı yazısından mülhem, bir “Türk sorunu” tartışması başladı.
İmralı’yla müzakerelere açıkça karşı çıkamayanlar, “Türkler ne olacak?” diyerek, konuyu, “ırklar arası yarışa” indirgediler, ne alakası varsa...
Kürt sorunu çözülürse, Türkler yara alırmış.
Hep “Kürt, Kürt” dersek, Türkler haysiyetlerinin incindiğini düşünürmüş.
Böyle şeyler yazıyorlar...
Hemen aklıma, “Kürt sorununu çözelim derken, bir Türk sorunu yaratmayalım” diyen hanımefendi geliyor.
Bu hanımefendi, daha sonra BDP otobüsü üzerinde zafer işreti yaparken yakalanmıştı. Ardından, hükümetin “duble yollarla bölgeye şiddet götüreceğini” ileri sürmüştü. Hiç utanmamıştı.
Bir Türk sorunu var mı bilmiyorum ama Beyaz Türklerin müzakerelerden sonra problem potansiyeli yüksek bir tutum takındıklarını ve bu cümleden olarak ortaya bir “Beyaz Türk sorunu” çıkardıklarını çok iyi biliyorum.
Tadımda olsaydım, bu mevzuyu teferruatlandırırdım.
Şimdilik böyle kalsın...
Hay Allah!
Dün, romancı Metin Kaçan’ın intihar ettiği haberi düştü ajanslara...
Ne diyeceğini bilemiyor insan.
Ne denir?
Bu gibi durumlarda hüzünlü, acı bir şeyler dolanıyor insanın içinde ve öyle kalıyor.
Haberi aldığımda, “öyle kaldığımı” hatırlıyorum.
Metin Kaçan, evet, iyi bir romancıydı, ilk romanı “Ağır Roman”la büyük sükse yapmıştı, yetenekliydi, yeteneğini gösterecek alanlardan hep kaçmıştı, başından birtakım tatsız işler geçmişti ya da tatsız işlere meydan vermişti, hayata tutunabilseydi daha iyi romanlar yazacaktı, ama hepsinden ve her şeyden önce sevgili Hasan Kaçan’ımızla, sevgili Fatih Kaçan’ımızın kardeşiydi...
Metin Kaçan’la üç ya da dört kez karşılaştık.
Birinde, Hasan Kaçan ve “ekibiyle” birlikte, Cem Sancar’ın Tünel taraflarındaki evindeydik.
Sessizce gelmiş, muhabbeti dinledikten sonra sessizce çıkıp gitmişti.
Bir de, gürültülü bir ortam hatırlıyorum.
Hasan da vardı...
Bir toplantı mıydı, bir açılış mıydı, bir kıraathane muhabbeti miydi? Belki de Tamirci Adnan’ın Tarlabaşı’ndaki dükkânı... Ayrıntısı aklımda kalmamış. Ama güldüğümüzü, çok güldüğümüzü hatırlıyorum. Herkes “yürüyen espri”ydi o gün ve saatlerin nasıl geçtiğini anlayamamıştık.
Bir defa da Leman Kültür’ün sokağında görmüştüm. Bir yerlere yetişmeye çalışıyor gibiydi. Başıyla selam vermiş, tam yürüyecekken dönüp gelmişti.
Ne konuşmuştuk?
Hasan nasıl?
İyidir.
Fatih nasıl?
İyidir.
Sen nasılsın?
Ben de iyiyim.
Herhalde böyle şeyler...
Dünyaya dönük, canlı, hareketli ve hep müddeiydi ama kim bilir içten içe nasıl kırılıyordu, ne acılar çekiyordu. Kimseler bunu bilemedi.
Zaten durumunu bildiren biri değildi. Ketumdu.
Herhalde karşılaştığı zorlukları susarak ya da kaçarak geçiştiriyordu.
İntihar söylentisini duyduğumda, Hasan Kaçan’ı aramak istedim ama elim telefona varmadı. Yusuf Ziya Cömert’e sordum. “Yalandır” dedi, “Geçenlerde de böyle şeyler uydurmuşlardı, Hasan’ı arayıp sordum, doğru değilmiş...”
Dün intihar haberini aldık.
Üzüldük.
Rabbim kimseyi böyle bir acıyla sınamasın ve kimseye çekeceğinden fazla yük yüklemesin...
Hasan ve Fatih kardeşime, bu vesileyle sabır ve metanet diliyorum.
Başları sağ olsun.