14 Mayıs Çarşamba günkü yazıda, kanlı bir silahlı mücadele ve terör örgütünün kendisini feshetme kararına değinmiş, konunun devamını bugüne bırakmıştım.
Son yarım asırdır, dünya kamuoyunu da meşgul eden birçok terör örgütü olmuştur ki, kendi ülkelerindeki iktidarları bertaraf etmek için yıllarca süren kanlı silahlı mücadeleler vermişler ve sonra sönmüşlerdir.
Meselâ, Kamboçya'daki 'Kızıl Kmer'ler, Sri Lanka'daki 'Tamil gerillaları, Kuzey İrlanda'daki İRA, İspanya'daki BASK / ETA, İran'daki 'Mücahidin-i Halk' ve Latin Amerika'daki 'Tupamaros' gerillaları' gibi silahlı mücadele örgütleri yıllarca süren kanlı mücadelelerden sonra sahneden çekilmek zorunda kaldılar.. Bu teşkilatlar, hitap ettikleri ve hedef aldıkları rejimleri ve halklarını, 'Galiba, bu silahlı güçlerin taleplerine evet demekten başka çare yok..' diye teslim almaya çalışan kanlı terör hadiseleriyle öne çıkıyorlardı.. Bunlara 50 yıla yakın zamandır, Türkiye'de de faaliyet gösteren bir benzerleri eklenmişti.. Ve bir bakıma , 'üniter devlet' ve tek bir 'etnik unsur'un isminin bütün herkesi kapladığı gibi, hiç de inandırıcı olmayan iddialara bir karşı çıkış gibi hareketi havası vererek..
*
Ama, Kürt etnisitesinden, kanaat önderi denilebilecek çapta öyle isimler vardı ki, 'Kürtlere yapılan zulümlere karşı örgütlenmek fikri bize, 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi'nden sonra, Güneydoğu'dan toplanıp getirilen binlerce insanın ekseriyetinin tıkıldığı Sivas Kampı'nda yapılan zulümlerle geldi..' diyorlardı..
*
Biz büyük kitleler resmî ideolojinin eğitimiyle bu acı gerçeklerden habersizdik..
İlk gençlik yıllarımızda, 55-60 yıl öncelerde, Diyarbekir'de, 1925'lerdeki Şeyh Said Hareketi..
Bilmiyorduk bile..
1930'larda Ağrı ve Van civarında ve sınırın iki tarafında İran ve Türkiye'de cereyan eden hadiseler de basit eşkıya hareketleri olarak görülüyor, gösteriliyordu..
1937'de Dersim'de patlak veren Seyyid Rıza Hareketi...
(Ki, Başkan Erdoğan 23 Kasım 2011 günü Meclis'te Başbakan olarak yaptığı konuşmada, -devletin elindeki 9 Ağustos 1939 tarihli bir resmî belgedeki rakamlara göre- Dersim'de 13 bin 806 kişinin öldürüldüğünü açıkladığında, CHP sıralarından, 'Sen M. Kemal'den hesap sormak istiyorsun, ama, ancak İnönü'yü suçlayabiliyorsun!' gibi bağırtılar yükseliyordu..)
'M. Kemal'in manevî kızı' denilen Sabiha Gökçen de o harekâtta, Dersim köylerini bombardıman eden ve ilk kadın pilot olarak hâlâ da övgüyle anılan bir isimdir. Ki, o da hatıratında bombardıman ettiği köy ve kasabalarda, uçaktan bakınca aşağıda kaçışan insanların karınca gibi gözüktüğünü zevkle anlatmıştır.
1965'lerden sonra, S. Demirel hükûmetlerinde 10 yılı aşkın bir süre Dışişleri Bakanlığı da yapmış olan İhsan Sabri Çağlayangil de, 1937'de Emniyet Gen. Md. Yardımcısı iken, Dersim'e, bizzat M. Kemal tarafından gönderildiğini ve yakalanan nicelerinin hesabı bir yana; sadece o gailenin başında gözüken Seyyid Rıza'nın yaşını alel-acele bir mahkeme kararıyla küçülterek ve oğlunun da küçük olan yaşını da büyüterek, önce oğlunu babasının gözü önünde ve sonra da babasını idam ettirdiğini ve onların idam fotoğraflarını, bölgeyi teftişe gelen M. Kemal'in istemesi üzerine gösterdiğini, 1985'lerde yayınlanan bir röportajında anlatmıştı..
Ya, öldürülen ve hesaba bile girmeyen on binleri resmî tarih unutturdu diye unutulur mu?
Eski Hv. K. Komutanlarından General Muhsin Batur, hatıratında, 1937'de yüzlerce Harbiye öğrencileri olarak trenlere doldurulup El'Aziz'e gönderildiklerini yazar, ama, 'Bundan sonrasını ve ne yaptıklarını yazmayacağı için okuyucularının anlayışla karşılamasını' hatırlatmak gereği duymuştur.
General Mustafa Muğlalı'nın işlediği /işlettiği nice cinayetleri anlatmak için ise, sadece, sınırın iki tarafında, 'hayvan kaçakçılığı yaptıkları' gerekçesiyle, 1943'de Van-Özalp'ta, bir çırpıda, 33 köylüyü kurşuna dizdirdiğini hatırlamak bile yeterlidir.. (Bu konuyu Google'a sorarsanız, birçok bilgiyi verdikten sonra, 'Bazı sonuçlar, yerel yasalar uyarınca kaldırılmış olabilir.' notuyla karşılaştığımızda şaşırmak yerine, daha nelerin, hâlâ da nasıl saklandığını tahayyül ve tasavvur etmeye çalışabiliriz.)
*
Samsunlu bir köylü çocuğu olan bu satırların sahibinin, bunlardan hiçbir haberi yoktu, 18-20'li yaşlara gelinceye kadar.. Bu yüzden, Güneydoğu'da kaldığı 6-7 yıl boyunca, o faciaların her birisi için yakılan ağıtların, dilden dile, nesilden nesle, göz yaşları içinde nasıl anlatıldıklarını ilk kez görünce şaşırmıştı..
1971 ve 1980 Askerî Darbeleri'nden sonralarda da, neler yaşandığının korkunç hikayelerini hâlâ hayatta olan nicelerinden dinlemek ve bir takım terör örgütlerinin nerelerden, -ve bir hakka dayanmasalar bile, bir takım korkunç haksızlıklara tepki vermek arzu ve reflekslerinden de -beslenmiş olabileceğini anlamak açısından, sadece Diyarbekir Cezaevi bile yeteri kadar ders verebilir.
*
Sonunda, PKK'nın kendisini feshetmesi, inşaallah hayırlı gelişmelere vesile olur..
Bu noktaya gelinmesinde elbette, ileride Türkiye'yi de derinden yaralayabilecek olan ve tam da -başta Siyonist planlar olmak üzere- nice emperyal şeytanî entrikalara göre harita değişikliklerini getirebilecek büyük oyunların ayak sesleri alınmaya başlanınca.. Başkan Erdoğan'ın Ağustos-2024 sonunda, 1071-Malazgirt Zaferi'nin yıldönümünde yaptığı konuşma yeni bir denemeyi göze aldığının işaretini vermişti..
*
Şöyle ki: 'Irk ve kavim ayırımına öteden beri karşı olduğu ve bu gibi beşerî zaafları, 'Bunlar benim inancıma aykırıdır..' dediği uzuuun yıllar ötesinden beri bilinen Başkan Erdoğan, Selçuklu Sultanı Alparslan'ın, Doğu Roma / Bizans İmparatoru Romen Diyojen'i 'milâdî-1071'de / Malazgirt'te kesin bir yenilgiye uğrattığı ve Müslümanların Anadolu'daki hâkimiyetini perçinleyen zaferin yıldönümü kutlamalarında yaptığı konuşmada, o zaferin Türk ve Kürt halklarının ortak zaferi olduğunu beyan edince, bu söz, bu yönde yapılan ilk resmî açıklama mahiyetinde olması ve Kürt etnisitesini de o zafere ortak etmesi açısından son derece önemliydi.. Çünkü, Kürt etnisitesi sanki o denklemde hiç yokmuş gibi anlatılıyordu, önceleri.. Halbuki, o topraklarda asırlardır yaşayan Kürt halkları da Hz. Ömer zamanından beri Müslüman idiler ve Alparslan'ın Maveraün-Nehir'den beri gelen ordularına, yerli bir güç olarak destek veriyorlardı..
Evet, Sultan Alparslan'ın ordusu, etnik açıdan tek tip değil, farklı ve amma, aynı inanca bağlı, çeşitli kavimlerden oluşan bir İslâm Ordusu'ydu.
Evet, hele de son 100-150 yıldır, Müslümanlar arasında haram olan bir ırkçılık taassubuyla tek taraflı olarak bir etnik unsura mal edilmeye çalışılan o büyük İslâm zaferine, Başkan Erdoğan'ın o sözleriyle, ilk olarak Müslüman Kürt halkı da dahil ediliyordu, çok yerinde bir tavırla.. (Bu konuyu o günlerdeki yazılarımızda da işlemiştik..)
*
Arkasından, Devlet Bahçeli Bey'in partisinin bir Meclis Grubu konuşmasında 'Üstünlük soyda değil, takva ve fazilettedir..' şeklinde, Kur'anî bir ölçüyü ifade etmesi, elbette ki alkışlanacak bir durum idi.. Arkasından da, Devlet Bey'in, Meclis'in yeni çalışma dönemine başladığı 1 Ekim 2024 günü, Meclis'e girdiğinde, DEM Parti sıralarına gidip el sıkışmasıyla başlayan yeni süreç, taraflara samimiyet hissi kazandırmış ve bugünlere gelinmiştir.
Bu birliğin değeri iyi anlaşılmalıdır..
*
Ama, bu noktaya gelinceye kadar, -kendilerini aydın zanneden- okumuş sınıflarımıza 100-150 yıl öncelerden beri ârız olan 'Ulus-Devlet' temelli bir rejim oluşturulması şeklindeki ve emperyal merkezlerce dayatılan fikrin çok acı meyvelerini tattık.. Bu 'Ulus-Devlet' nazariyelerini dil veya kan soyuna dayalı üstünlük iddialarını Müslüman idrak ve şuuruyla reddetmedikçe, her etnik unsur da aynı hayallere kapılıp, emperyal güçlerin oyuncağı olmaktan kurtulamayacaktır.
Gerçi, Birinci Dünya Savaşı'nda, 1918'deki ağır yenilgimizden sonra da, Müslüman halklar tam bir 'olmak ya da olmamak' mücadelesine girdikleri zaman, yeni mücadelenin başında bulunanlar da milletin inanç gücünden istifade etmeye dikkat gösterdiler idi.. Ama, bütün emperyal düşmanlara karşı çevrilmiş olan o silahlar, yazık ki 1923'den sonra, Müslüman halkların kalbine de çevrildi ve çok büyük acılar yaşandı ve emperyal güç odakların planlarına uygun şekilde, Müslüman halkımızın en temel inanç değerlerine ağır saldırılar başlatıldı.
*
Şimdi, o tarihî hata ve hattâ ihanetler hatırlanır, ders çıkarılır ve Müslüman halkların temel birlik harcı olan kalbî değerleriyle, inançlarıyla oynandığı sahifeler yırtılıp atılır ve Müslüman olan her bir insanın diğerini kardeşi olduğunun idraki, sadece Anadolu coğrafyasında değil, bütün Müslüman dünyasına da çok net olarak gösterilirse.. ve Dünyaya bakışımız inanç değerlerimizin mihenk taşına vurulursa..
O zaman, Müslüman halklar arasında zaten var olan kalbî birlik, onlara hükmeden rejimleri ve kadroları da kendi halklarının aslî değerleriyle bütünleşmeye zorlayabilecektir; inşaallah..
*