Kemalizm, birinci dünya savaşında aldığı ağır hezimetten sonra derin bir ruhsal hezimet sürecine giren Türkiye'nin, düvel-i muazzamanın (Batı Medeniyetinin) hışmından korunmak için can havliyle bulduğu bir sığınaktı. Batının hışmını iki şey çekebilirdi, İslam ve ülke içinde birden fazla milletin varlığı. Batının İslamî görüntüye tahammül edemediği malumdu. Birden fazla milletin varlığı da Batıya ülkenin içine müdahale edip ülkeyi bölme riskini barındırıyordu. Bu yüzden Müslümanlık ve Kürtlüğün gözden kaçırılması gerekiyordu. Vitrinlere, mesela İstanbul, Ankara, İzmir gibi şehirlere özgün halleriyle çıkmaları maazallah Batının hışmını çekebilirdi. Laiklik aracılığıyla Müslümanlıktan uzaklaştıkları, Kürt kimliğinin ve Kürtçenin yasaklanmasıyla da ülkede sadece Türk ırkından insanların yaşadığı mesajı verilmek isteniyordu. Kuşkusuz bu, en azından ilk başlarda geçici ve belki de toparlanma sürecine kadar başvurulan bir önlemdi. Ama tek parti yönetimi, Kemalizmi, yeryüzüne indirilmiş son din gibi benimsedi ve yukarıda sözünü ettiğim dindarları ve Kürtleri kırsala, bozkırlara öteledi. Vitrinde o halleriyle görünmeye çalışanlara da en ağır eziyetleri yaptı. İdam etti, hapse attı, sürgünlere gönderdi. Vitrinde görünmek için dindarlar dini görüntülerden, mesela tespihten, şalvardan, takkeden, namazdan, niyazdan, Kürtler ise farklı olduklarını gösteren dillerinden soyutlanmalıydılar. Böylece en az seksen sene insanlar tabiatlarıyla, fıtratlarıyla, tarih ve kültürleriyle, özgün kimlikleriyle bağdaşmayan bu insanlık dışı cenderede yaşamak zorunda kaldılar.
Ama tek parti Kemalizminin tabiatın bu iki coşkun nehrinin önüne çektiği setler, kurduğu barikatlar uzun süre dayanamadı ve tabiatın realitesi, uyduruk barikatları tuzla buz etti.
Türkiye, önce Müslümanlık realitesini tanıma sürecine girdi ve tek parti zihniyetinin son barikatı 28 Şubat sürecini dürüp tarihin çöplüğüne atarak dindarlığın önünü açtı. Ak parti iktidarından sonra Kürtlük realitesi de tanınma sürecine girdi. Önceki gün PKK'nin Süleymaniye'de silah bırakma sürecini başlatması ve de Sn Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın dün Kızılcahamam'da partisinin toplantısında yaptığı ufuk açıcı, tarihin akışına kapı aralayıcı konuşmasıyla bambaşka meltemler esmeye başladı. Erdoğan bu konuşmasında Türklerin, Kürtlerin, Arapların önüne tarihsel kimliklerini, yani "La ilahe illallah Muhammedu'r Resulullah" düsturunu koydu. Geçmişte bu düstura bağlı kaldıklarında Çin seddinden Adriyatik denizine kadar barış ve esenlik meltemlerini estirdiklerini vurguladı. Tabi, bu ifade, söz konusu düstura sırt çevirdikleri modern zamanlarda da zilletin, perişanlığın, derbederliğin, ölümün, köleliğin her türlüsünü yaşadıkları anlamına da geliyordu.
Türkiye, bu iki sorunu bu şekilde çözüm yoluna koymasıyla Batı fobisini atlattığı gibi, bu fobiyi derinleştiren Kemalizmi de geride bırakmış oldu. Bu da, Kur'an'ın deyimiyle psikolojik eşiği aşmak (iqtihamu'l aqabe) ve özgürleşmek, kölelikten kurtulmak (fekku raqabe) anlamına gelir.
Türkiye'nin omurgasını oluşturan bu toplumsal kesimlerin bu şekilde baskı altında tutulması ile yaşanan maddi zarar ve can kayıpları ise gerçekten zerre kadar akıl taşıyan hiç kimsenin anlam veremeyeceği bir durumdu. Ama ülkemiz en az seksen sene bu akılsızlığı yaşadı. Bu uğurda yitip giden enerjinin, servetin haddi hesabı yoktur. Son kırk elli yılda bu ülke sabah akşam kendi dağlarını bombalamak, kendi insanının ölümüne tanıklık etmek durumunda kaldı.
İşte bu zulüm, bu süreçte geride bırakılıyor. Türkiye, "akabeyi aşmak", yani tek parti Kemalizminden kurtulmak, dolayısıyla Batıya köleliğin ifadesi olan psikolojik zincirleri kırmak için yeni bir toplumsal sözleşme yapmak durumundadır.
İslam milletinin zillet çağı son buluyor.