Normalde dünyadaki güç kırılmalarını yazarım; devlet aklının karardığı anları, Atlantik'in çöken hegemonyasını, Avrasya'nın yeni mimarisini...
Ama İmamoğlu'nun rotasını utangaç bir şekilde CHP'ye kırmış muhafazakar gazetede yayınlanan iki gün önceki yazısını okuyunca, kendini masumiyetle cilalayan bir ben anlatısının içinde kayboldum. Bu tecrübeyi yazmazsam olur muydu?
Gazetenin Görüşler kısmındaki yazı şöyle başlıyor:
"Aday olmak mı, aday gösterilmek mi?"
Sanki tarih sahnesine çıkışı kendi iradesi değil, esrarengiz bir el yazıyormuş gibi.
Bu daha ilk paragrafta kusursuzluk perdesinin indirildiği yer.
Sonra dikkat ettim:
Her olay bir "çağrı", her atama bir "teklif", her yükseliş bir "milletin isteği"...
Sanki siyaset değil; layusel bir iyiliğin kendini dışa vurması.
Ama bu arada gerçek dünya da var:
Kamu zararı, yolsuzluk iddiaları, irtikap suçlamaları...
Ve iddianamede kalem kalem yazan 160 milyar TL± 24 milyon doları aşan kamu zararı.
İmamoğlu, bütün yazıda buna bir kez bile değinmiyor.
Onun yerine hep aynı cümleler: "Gönül... sevgi... millet... 86 milyon..."
Bu kadar duygu yüklemesi görünce insan istemsiz soruyor:
Bu kelimeler, belediye şirketlerinden akan paranın yerini mi dolduruyor?
Ve sonra "hikâye" güç toplamaya başlıyor.
Baykal'ın isteği...
Kaftancıoğlu'nun yönlendirmesi...
Kılıçdaroğlu'nun teklifi...
Bütün kariyer bir tür "beklenen, atanmış kahramanlık" izlenimi oluşturuyor.
İnsan ister istemez soruyor:
E peki sen ne yaptın?
Ama asıl ironik nokta şurası:
Kılıçdaroğlu'nun "hançerlendim" dediği dönemin başrolündeki kişi, aynı Kılıçdaroğlu'nu şimdi şahitliğe çağırıyor.
Bu Bürütüs'ün Sezar'dan şahitlik istemesi gibi bir sahne.
Derken başka bir sessizlik ortaya çıkıyor:
Belediye şirketlerinin yönetimine sızmış fondaş medya isimleri,
PR ekipleri, danışman kadroları, "görevi belirsiz ama maaşı yüksek" influencer tayfası...
Bunların hiçbiri yazıda yok; tıpkı kamu zararının olmadığı gibi.
Ve tam yazının ortasında bir tek yerden dışarı ışık sızıyor: Londra.
Tek bir cümleyle geçiştirilmiş bir karanlık nokta.
Oysa herkes biliyor ki, bu büyüklükteki deliklerin izi genelde orada biter. Ne de olsa, Londra bütün yolsuzlukları temizleyecek hukukun merkezidir, değil mi? Onun için şikayet orayadır ya!
Sonra metin yine duygulara dönüyor: "Temiz kalp, kutsal yolculuk, gönüllere giriş..."
Bu noktada insan şunu görüyor: Siyaset anlatısını değil, sterilize edilmiş bir kişisel masumiyet metni okuyoruz.
Birikim burada tamamlanıyor, çünkü her paragraf bir öncekini çürütüyor. Her "ben iyiyim" cümlesi, arkasında cevapsız bırakılmış bir yolsuzluk, bir irtikap, bir fon izi taşıyor.
Bütün bunların ötesinde, o cilalı cümlelerin arasından, yazı boyunca satır aralarına usulca sızıp kulağımda ince bir uğultu gibi gezinen o tanıdık fısıltı yeniden beliriyor:
"Bana bu gazı kim verdi?"
Gazın faili tek bir isim değil elbet; aynı şişirme kültünün, aynı epik anlatı tutkusu taşıyan zihniyet... Olimpos'un sisinde, müteahhitten imal mitolojik bir "varlığı" törenle sahneye süren anonim bir topluluk gibi yüzleri görünmez, ritüelleri tanıdık.
Ve tam bu atmosferde, yıllardır etrafında fon sesi gibi dolaşan o kültürel teşvik aklıma düşüyor; elim kendiliğinden Beylikdüzü'nden beri yanında olan ve ona Hareket Orduları Komutanı payesi veren Zülfü Livaneli'nin şarkısına gidiyor:
"Yiğidim aslanım burada yatıyor..."