Dünya son dört yılda, önceki otuz yıldan çok daha hızlı değişti. Ekranlarımıza düşen her haber, yeni bir kriz, yeni bir savaş, yeni bir kırılma getiriyor. Rusya'nın Ukrayna'yı bombaladığı, İsrail'in uluslararası hukuku yok sayarak soykırım yaptığı, Afrika'da çatışmaların sürdüğü bir dönemden geçiyoruz. Çatışmalar artarken demokrasilerin geri çekildiği, otoriter aktörlerin cesaretlendiği bir tabloyla karşı karşıyayız.
Soğuk Savaş sonrası "normal" sandığımız dönem fiilen sona erdi. Berlin Duvarı'nın yıkılmasından sonra kurulan hayaller dünyanın demokrasi ve piyasa ekonomisi etrafında birleşeceği, küreselleşmenin barışı güçlendireceği, ticaretin ve teknolojinin ülkeleri birbirine yaklaştıracağı fikri, bugün yerini tam tersi bir gerçekliğe bıraktı. Bir zamanlar dünyayı birleştirir denilen ticaret, enerji, teknoloji ve bilgi akışları, bugün jeopolitik rekabetin başlıca silahları haline geldi; bağ kurmak yerine ayrıştıran, bağımlılık üreten, baskı aracı olarak kullanılan unsurlara dönüştü.
Bugün artık açıkça söylemek gerekiyor: Yeni bir "düzensizlik dünyasında" yaşıyoruz. İkinci Dünya Savaşı sonrasında inşa edilen liberal, kurallara dayalı uluslararası düzen can çekişiyor. Çok taraflı iş birliği gerilerken, çok kutuplu rekabet adım adım öne çıkıyor. Uluslararası hukuku, kurumları ve normları savunmaktan ziyade, kısa vadeli, fırsatçı, "işlem odaklı" anlaşmaların önem kazandığı bir döneme girdik.
Bu yeni dönemin çerçevesini elbette büyük güç rekabeti çiziyor. Çin ile ABD arasındaki jeopolitik çekişme, Soğuk Savaş'ın iki kutuplu mantığını hatırlatan ancak ondan daha karmaşık, daha dağınık bir tablo üretiyor. Fakat mesele sadece iki süper gücün mücadelesi değil; başta Türkiye olmak üzere ve Küresel Güney de bu resmin giderek daha etkili aktörleri haline geliyor.
DÜZENİN SON PENCERESİ
Önümüzdeki beş ila on yıl, yalnızca diplomatik takvimdeki bir dönem değil; muhtemelen yirmi, otuz yıl sürecek yeni bir dünya düzeninin iskeletini belirleyecek kritik bir zaman dilimi. Bir uluslararası düzen bir kez oturdu mu, kolay kolay değişmiyor.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan düzen yaklaşık yirmi yıl sürdü; ardından yeni bir dünya harbi geldi. İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan düzen tüm çarpıklıklarına rağmen yaklaşık kırk yıl ayakta kaldı. Şimdi, Soğuk Savaş'ın bitişinin üzerinden otuz yıl geçmişken, bir kez daha eşiğinde durduğumuz şey yeni bir düzen: daha yarışmacı, daha kırılgan ve daha az öngörülebilir bir dönem.
Tam da bu nedenle, bugün Batılı ülkeler için belki de son kez uyarı zili çalıyor:
Monolog değil diyalog, çifte standart değil tutarlılık, tahakküm değil iş birliği üretme kapasitesini gösterebilirler mi?
Eğer ülkeler iş birliği yerine yalnızca rekabeti, ortak kurallar yerine sadece güç siyasetini tercih ederse, ufukta yalnızca "biraz daha zor bir dünya" değil, çok daha büyük ve yaygın çatışmaların normalleştiği bir geleceğin silueti beliriyor.
ULUSLARARASI KURUMLAR GÜNCELLENMELİ
BM içindeki güç dengesinin güncellenmesi, Afrika ve Latin Amerika'nın kalıcı temsil ve karar süreçlerinde daha görünür hale gelmesi, Güvenlik Konseyi'nin veto mekanizmasının sorgulanması, DTÖ'nün felç olmuş ihtilaf çözüm sisteminin yeniden işler hale getirilmesi... Bunlar ertelenebilir teknik ayrıntılar değil; mevcut sistemin çökmesini engelleyecek asgari şartlar.
Elbette hiçbir uluslararası sistem kusursuz olamaz; dünya ne kadar değişirse değişsin, kurumlar onu birebir yansıtamaz. Ama alternatif ne? Alternatif, nüfuz alanlarına dayalı pazarlık düzeni, kaos ve silahlı çatışmanın normalleşmesi. Yani mesele, "mükemmel bir sistem arayışı" değil, mevcut sistemin çökmesinin yaratacağı maliyetten kaçınma meselesi.
TARİHİN SONU'NDAN YENİ BELİRSİZLİĞE
1989'da Berlin Duvarı yıkıldığında, liberal demokrasinin "tarihin son durağı" olduğuna gerçekten inanan geniş bir entelektüel ve siyasi çevre vardı. Almanya birleşti, Orta ve Doğu Avrupa komünizmin zincirlerinden kurtuldu. Komünist ve otoriter Sovyet sistemi karşısında demokratik ve kapitalist ABD öne çıkmış, iki kutuplu dünya yerini tek kutuplu bir düzene bırakmıştı.
Ne var ki bu "tek kutuplu an" son derece kısa sürdü.
2001'deki 11 Eylül saldırıları, Batı'nın kendi savunduğu değerlerle imtihanını beraberinde getirdi. Afganistan ve Irak müdahaleleri meşruiyet tartışmalarını güçlendirdi; "uluslararası hukuka bağlılık" söylemi ile sahadaki uygulamalar arasındaki çelişkiler derinleşti. 2008 küresel finans krizi ise, küresel serbest piyasa modelinin ahlaki ve kurumsal dayanaklarına ağır bir darbe vurdu.
Aynı yıllarda Çin, üretim kapasitesi, ihracat gücü ve ekonomik büyümesiyle bir sistemik rakip olarak yükseldi. ABD–Çin rekabeti, jeopolitiğin ana eksenine yerleşti. Çok taraflı kurumlar aşınırken, serbest ticaret etrafındaki mutabakat zayıfladı; teknolojide, enerjide, tedarik zincirlerinde jeopolitik riskler ve rekabet öne çıktı.
Ve son kırılma: Rusya'nın 2022'de Ukrayna'ya başlattığı tam kapsamlı saldırı savaşı. Ayrıca ABD ve Batılı ülkeler göz göre göre işgalci İsrail'in soykırımına göz yumması. Bu, İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana Avrupa'da görülen en ağır saldırı, kurallara dayalı sisteme yönelmiş en açık meydan okumaydı. Üstelik bu saldırıyı gerçekleştiren, barışı korumak için kurulmuş BM Güvenlik Konseyi'nin daimî üyesiydi. Yani sistemi koruması gereken aktör, bizzat sistemi delik deşik etti.
Bu çerçeve Türkiye için de hayati. NATO üyesi, AB ile adaylık ilişkisi olan, aynı zamanda Rusya, Körfez, Afrika ve Asya ile çok yönlü ilişkiler kuran bir ülke olarak Ankara, klasik "blok" siyasetine sığmayacak kadar yükselen güç.
Küresel düzen, bu kez sadece Washington ile Pekin'in masasından çıkmayacak. Yeni oyunda, Türkiye gibi aktörlerin de söyleyecek sözü, koyacak imzası var.