İsrail'in İran'a karşı gerçekleştirdiği hedef ayrımı gözetmeyen ve hukuksuz saldırılar, artık bölgesel bir gerilim değil, küresel savaş stratejisinin bir parçası olarak okunmalı. Bu saldırılar, yalnızca İran'ın nükleer kapasitesini veya askeri altyapısını hedef almıyor; aynı zamanda bölgedeki güç dengelerini yeniden şekillendirmeyi amaçlayan çok katmanlı bir planın işaretlerini veriyor. İşte tam bu noktada kritik bir soru gündeme geliyor: Hedef tahtasında hangi devlet var?
İran'a yönelik bu sistematik askeri baskının, bölgede istikrarsızlığı körüklemeyi amaçladığı ve dengeyi İsrail'in lehine dönüştürme hedefi taşıdığı açıktır. Ancak bu sürecin yalnızca İran'la sınırlı kalmayacağı, yakın dönemde küresel ve bölgesel gelişmelerle birlikte daha net şekilde görülmeye başladı.
İRAN'LA SINIRLI KALMAYAN TEHDİT HARİTASI
Orta Doğu'da direnç gösteren her aktörün sırayla hedef haline getirildiği bir strateji yürürlükte... Bu stratejiye göre İran'la -Reagan doktrininde ifade edildiği şekliyle- güce dayalı bir müzakere süreci tamamlandıktan sonra, Türkiye'yle karşı karşıya gelineceği yönünde güçlü sinyaller alınıyor.
Türkiye, yalnızca jeopolitik konumuyla değil, aynı zamanda bölgesel liderlik misyonu, savunma sanayiindeki yükselişi, insani diplomasi vizyonu ve Filistin meselesindeki kararlı duruşuyla bu stratejik denklemde farklı bir yerde duruyor. Tüm bu nedenlerle Türkiye, Batılı ittifakların gözünde "kontrol edilmesi mümkün olmayan" bir ülke olarak algılanıyor. Özellikle İsrail'in İbrahim Antlaşmalarının çapını kuvvetlendirmeyi ve bölgede tam kontrol hedeflediği bir ortamda, Türkiye'nin bağımsız dış politikası ve Gazze konusunda aldığı net tavır, İsrail açısından kurguladığı denklemin sekteye uğraması riskini doğurmaktadır.
İran'ın zayıflatılmasına yönelik amaçla birlikte, İsrail merkezli yeni güvenlik mimarisi için bir kapı aralanması hedeflenmektedir. Bu kapının açılmasıyla birlikte Türkiye ve İsrail arasındaki rekabet gözle görülür biçimde açığa çıkacaktır. Gerek terör örgütü artıkları üzerinden yürütülen vekalet savaşları, gerek Kıbrıs konusundaki yayılmacı anlayış, gerekse Doğu Akdeniz'deki enerji paylaşım kavgaları, Türkiye'ye yönelik bir çevreleme girişiminin sessizce inşa edilmeye çalışıldığını göstermektedir. İsrail'in son dönemde Yunanistan, GKRY (Güney Kıbrıs Rum Yönetimi) ve bazı Körfez ülkeleriyle kurgulamayı planladığı iş birlikleri, bu kuşatmanın dış halkalarını oluşturuyor.
STRATEJİK CAYDIRICILIK: TÜRKİYE'NİN YENİ ROLÜ
Bu noktada bölgesel krizlere karşı Türkiye'nin dikkatli ve hazırlıklı olması açık bir zorunluluktur. Yalnızca askeri değil, diplomatik, teknolojik ve toplumsal direnç kapasitesinin artırılması gereken bir dönemden geçilmektedir. Bölge halklarıyla kurulan gönül bağı, mazlum coğrafyalara gösterilen hassasiyet ve adil bir dünya vizyonunu Türkiye'yi bölgesel liderlik noktasında ön plana çıkartmaktadır. Türkiye'nin bölgesel barış için stratejik caydırıcılık üretme sorumluluğu belirgin hale gelmiştir.
Sonuç açıktır: İran'la sınırlı kalmayacak bu senaryo, İsrail'in teokratik eksenli irrasyonel ideallerine ulaşması için yeni hedefler belirlenmesini zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle hem devlet hem toplumsal düzeyde uyanık olmak, stratejik hazırlık yapmak ve bölgesel dayanışmayı güçlendirmek kaçınılmazdır.
Coğrafyamız adım adım kuşatılırken, tehdit artık sınırlarımızın dışında değil, doğrudan kalbimize yönelmiş durumdadır. Sessizlik, teslimiyet anlamına gelir; gecikme, bedeli ağır ödenecek bir zafiyet doğurur. Coğrafyamızda yalnızca sahada değil, zihinlerde ve masada da topyekûn bir direniş hattı inşa etmek kaçınılmazdır. Aksi halde, vekâlet savaşlarının, enerji oyunlarının ve ideolojik kuşatmaların en kanlı sahnesi bu topraklar olur.
Bu bir uyarı değil, bir çağrıdır: Ya direnerek denklemi bozacağız ya da parçalanarak oyunun içine hapsolacağız.