Mimar Sinan Üniversitesi’nden mezun olduğumda başörtüsü yasağı henüz Cerrahpaşa’nın sağlık meslek yüksek okulundaki hemşire adayı başörtülüleri vurmuştu. Yüksek lisans için ODTÜ’ye başladığımda ise yasak İstanbul’dan Ankara’ya yayılma emareleri gösteriyordu ama hala biraz zamanım vardı. Adnan Akçay ve Allah rahmet etsin Nasan Ünal Nalbantoğlu gibi bazı hocalarımızın yasak karşısındaki dirayetli tavırları sayesinde bir yıl daha derslere başım örtülü girebildim. Sonrası biraz karışık; yasak artık kampüs girişinde uygulanmaya başlanmıştı. Dahası kimi hocalar kendileri hakkında işlem yapılacağı korkusuyla ‘akademik özgürlüğü’ martaval yapıp “sen iyisi mi derse gelme ben ödevlerini kabul ederim” deyip aklı sıra iyi niyet gösterdiler. Kimisi zaten yasağı bekliyormuş; derse almadığı gibi insan yerine koyup muhatap bile olmadı.
Uzatmayayım, 1998’de başladığım yüksek lisansı sindire sindire, atıla affedile 10 senede bitirebildim.
‘Faşizme geçit’ yok faşizmi
Anlatılmaya bile değmez aslında, 28 Şubat’ın gerçek mağdurlarının yaşadıklarının yanında. Ama önceki gün kayıt için okuluna giden başörtülü öğrencilere yerleşkenin zabıtaları gibi dolaşan ODTÜ solcularının sözlü ve bence fiili tacizini göründe bir kez daha hatırladım o yılları.
Benim için sıkıntı yoktu, iyi kötü okulu bitirmiştim, yüksek lisans yapmasam da olurdu. Fakat ailelerinin üç kuruşunun yanına büyük umutlarını da koyup okumaya gönderdikleri kızlar, artık derslere değil kampüse dahi alınmıyorlardı. “ODTÜ solcuları” ise hala “faşizme geçit yok” diyordu.
ODTÜ’nün tapusu onların üzerineydi. Bizim başörtülerimizle orada okumaya hakkınız yoktu.
Ellerindeki pankartları başörtülü kızların gözüne gözüne sokan, onlar nereye gitse peşini bırakmayan, “atın dışarı bu cemaatçileri” diye bağıran 20’li yaşlarındaki kızları görünce evet bu bir 28 Şubat temsili dedim.
Başkasına hayat hakkı tanımayan, özgürlüğü sadece kendisi için isteyen bir zihniyetin skeciydi sanki izlediğimiz, ama gerçekti!
28 Şubat tam da buydu işte. Bir siyasal tercihe karşı değil daha çok bir yaşam biçimine karşı yapılmış bir darbeydi. Değilse hükümeti devirmek ve yetkililerine siyasi yasak getirmekle yetinebilirlerdi. Öyle olmadı, başörtüsü ile sembolleşen bir yaşam biçimini hedef aldılar. İslami yaşam biçimini itibarsızlaştıran ne dolaplar çevrildi ve aylarca tv kanallarında yayınlandı. Başörtülü kızlara yolda izde Fadime Şahin diye laf atmak vakai adiyeden bir hal almıştı.
Tehlikenin farkında mısınız?
28 Şubat’ın bin yıl sürmesi arzusu da yaşam tarzına karşı yapılmış bir darbe olmasından kaynaklanıyordu. Ve yine bu yüzden darbenin aktörleri sadece askerler değildi. En başta medyaya çok önemli bir görev düştü.
Sonra üniversiteler, STK’lar, meslek odaları, sendikalar... Kurucu ideoloji yeri geldi mi Komünistlik de yapardı Müslümanlık da ama İslam’ın görünür biçimleri bu denli çoğalma temayülü içindeyken buna dur demek şarttı.
28 Şubat’ı diğer darbelerden ayıran bu husus, toplumun seküler kesimlerinin başörtüsünü bir tehdit olarak algılamasına yol açtı. Ve bu yüzden eğitim hakkı gibi çok temel bir insan hakkı devlet tarafından gasp edilirken bugün “yaşam tarzıma karışma” diyenler “bunlar bir gün bizim de başımızı örter” korkusuyla seslerini çıkarmadılar. Kimisi zaten yasağı alkışladı. 28 Şubat ayrımcılığı normalleştirdi.
Devlet ne yaparsa yapsın, boyun eğsen de razı gelmiyorsun. Ama toplumsal kesimleri hiç yoktan birbirine düşman etme siyaseti karşısında aciz kalıyor insan.
‘Yaşam tarzıma dokunma’nın tohumları böyle böyle atıldı. Vehimlerle, niyet okumalarla...
28 Şubat bir kaç neslin okulunu, işini, dolayısıyla geleceğini elinden aldı.
Şimdi ise merdivenleri gökkuşağı renklerine boyayacak kadar özgürlüğe düşkün bir zihniyet başörtüsünü ya da cemaati üniversitede görmek istemiyor. Tehlikenin farkında mısınız!