Bu konu zaman zaman ısıtılır... Genç yaşta tutuklanıp hemen salıverilmesi, kazandığı “CHP Şiir Ödülü”, kimi bürokratik çevrelerle düşüp kalkması, Paris’e gitmesi, dönüşte “istikballe” karşılanması, Marksist sol kesime “hususen” mesafe koyması sık sık konu edilir, “Attila İlhan esasında devletin adamıydı, polis muhbiriydi” yakıştırması yapılır... Daha doğrusu, yapılırdı.
Sabahattin Ali için de yapılmıştı bu yakıştırma.
Mehmet Seyda için de yapılmıştı.
Aziz Nesin için hâlâ yapılıyor.
Sabahattin Ali, “Makro Paşa” serüveni sona erdikten sonra bir süre kaçak dolaşmış, maişetini (yine “kaçak” dolaşırken) “kamyonculuk” yaparak temin etmiş, o haliyle kalkıp birtakım devlet görevlileriyle temas kurmuş (bu görevlilerdin biri Ali Ertekin’di ve yazarı kafasını odunla parçalayarak öldürmüştü), polisle ilişkisi tescilli birtakım entelektüel muhitlerde görülmüş ve sonunda damgayı yemişti: “Bu devletin adamıdır...”
Aziz Nesin de, “Sabahattin Ali’nin öldürüleceğini biliyordum” dediği yahut demeye getirdiği için suçlanmıştı.
Nesin, üstelik, “devlet”ten geliyordu.
Eski bir subaydı.
Derler ki, “Aziz Nesin, Türkiye’deki komünist faaliyetleri izlemekle görevliydi. Devlete bilgi veriyordu. Zaman zaman tutuklanması, hapis cezasına çarptırılması, sürgüne gönderilmesi karartma işlevi görüyordu. Ordudan da bu yüzden atılmıştı.”
Bilmem...
Bana çok ucuz bir iftira gibi geliyor...
Mehmet Seyda’ya niçin “polis” diyorlardı, onu hiç çözemedim.
Dominant kişiliği, yargılayıcı ve saldırgan tavrı, “küçük dağları ben yarattım” edası bir antipati oluşturmuş, bu da “Bu özgüven nerden geliyor. Devletin adamı olmasa, hiç böyle davranır mı?” türünden yakıştırmalara yol açmış mıdır?
Kendisini yeterince tanıyamadık ne yazık ki
Türk okuru da tanıyamadı ve hakkını teslim edemedi.
Her bakımdan ilginç bir yazardı.
Öyküler yazmıştı, “çocuk edebiyatına” ciddi katkılarda bulunmuştu ama romanları (bence) daha önemliydi. Hemen aklıma “İçedönük ve Atak” geliyor. Türkiye’de bilinç akışının lafı edilmezken, “bilinç akışı” tekniğiyle yazılmış ilginç bir romandı ve hâlâ “keşfedilmeyi” bekliyor.
Yalnız bir kusuru vardı:
Sebepsiz özgüveni...
Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”ı yayımlandığında, “Aklına geleni yazmış, hiç böyle roman olur mu?” diyerek, sonradan kendisinin de utanacağı nafile bir polemik girişiminde bulunmuş ve iyice gözden düşmüştü.
Peki, Attila İlhan...
Ajan mıydı?
Usta gazeteci Bedii Faik, “Evet, öyleydi” diyor.
Kendisi anlatsın: “Dünya gazetesindeyken bir gün yazı işleri odasına çıkmıştım. İdare müdürümüz Kemal Çilingiroğlu telefon etti, ‘Acaba bana gelebilir misin, ben mi sana geleyim?’ diye... Bir şey göstereceğini söyledi. Getirip gösterdi. Basılmamış bir kitap. ‘Bu komünistlerin iç yüzü, bütün Türkiye’deki komünistleri yazıyor’ dedi. Attila İlhan getirmiş, 5 bin lira istiyormuş. Listede Mina Urgan ve Orhan Kemal’in isimleri vardı. Hemen İstanbul Emniyet 1. Şube Müdürü Ahmet Topaloğlu’nu aradım. ‘Ahmet Bey, böyle böyle bir şey var, yayınlarsak sizin komünist takibatınıza falan zarar verir miyiz?’ dedim. ‘Ne münasebet bize de sattı daha evvel’ dedi...”
Hadi tartışın ulusalcılar: Attila İlhan muhbir miydi, değil miydi?
Bana sorarsanız “egosantrik” bir kişilikti.
Kendince “doğruları” vardı.
Kemalizm ve sol hakkında değerli laflar etti, CHP’yle ilgili sağlam tahliller yaptı, Kemalizm’in “Batıcı” versiyonuyla savaştı ama son tahlilde kendisi de bir Kemalist ve “yaşam tercihleri” itibariyle Batıcıydı.
Bedii Faik’e göre bazı solcuları devlete ihbar etmiş...
Bedii Faik’in kara çalmadığı kişi yok. Necip Fazıl’a da demediğini bırakmamıştı. Bir itibar sorunu var yani...
Bühtanda bulunmak istemem ama Attila İlhan o “bazı solcuları” zaten sevmezdi; onları “geri, ilkel ve yoz” bulurdu.
Romanlarıyla da “kerim” ve “darbeci” devletine yardımcı olurdu.
Bkz. “Sokaktaki Adam”, “Haco Hanım Vay”, “Fena Halde Leman” hariç; bütün romanları...