1- Cumhurbaşkanının Bakanlar Kurulu’na Başkanlık etmesini, “olağanüstü hal” üzerinden değerlendirenleri hayret ve esefle seyrediyorum. Anayasa’nın 119, 120, 121, 122. maddeleri üzerinden; doğal afet, salgın hastalık, büyük ekonomik bunalım, terör şiddet olayları, seferberlik, savaş hallerindeki “olağanüstü hal” kapsamında bakıyor bazıları Cumhurbaşkanının Bakanlar Kurulu’na “başkanlık” etmesi hadisesine... Demokratikleşmenin bu kadar çok konuşulduğu bir toplumda, hala olağanüstü hal takıntısı üzerinden eleştiri dili üretmeye çalışmak, vesayetçi bilinçaltının dışavurumu gibi. Cumhurbaşkanı sadece sıkıyönetim koşullarında mı iş yapar?
2- Oysa çok daha sade bir iş var karşımızda; 104. maddeye göre Cumhurbaşkanı, “gerekli gördüğü” taktirde, Bakanlar Kurulu’nu toplantıya çağırabilir. Toplantıya Başkanlık yapabilir. Kıyamet kopmaz. Bazılarının karalar bağlayarak söylediği misal bir “siyasi darbe” çıkmaz buradan.
***
21 Ekim 2007 tarihli referandumda, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi kararıyla birlikte, zaten “yarı başkanlık rejimi”ne geçildiğini yazmıştık. 2014 Ağustosundaki Cumhurbaşkanlığı seçimindeyse dolaysız halk oyu ile bu durum tekmil edildi.
“Başkanlık Sistemi”, ne yeni bir tartışma ne de oldu bittiye getiriliveren bir devrim, önce bunu söyleyelim... Başkanlık sistemi hakkında açık yüreklilikle konuşan iki lideri oldu siyasi hayatımızın; Turgut Özal ve Tayyip Erdoğan. 1980 cunta darbesinden sonra, parlamenter sistemin darbelere ve vesayete dair bağışıklıksız yapısı hakkında zihin yoran çevreler elbette oldu. Koalisyon bunalımları ve ekonomik sarsıntılarla bugünlere geldik...
Dünyadaki diğer örnekleri aynen kopyalamamız da gerekmiyor. Denge ve fren mekanizmaları hakkında geliştirilecek yeni tasarımlar, baraj ve dar bölge temsili gibi konularda yapılacak değişiklikler, tarihi pratikle de barışık merkez/taşra ilişkisi üzerinde düşünerek... Türkiye tipi Başkanlık sistemini hayata geçirmek... Biz bunu başarabiliriz.
***
Siyasi tarihimizin 1913 Babıali Baskınından bu yana aslında bir darbeler tarihi olduğunu da hatırlarsak, milli temsilin üzerindeki muhtemel vesayet girişimlerine yönelik önlemler hakkında düşünmek... Aynı zamanda ciddi bir sistem eleştirisi ve esas teşkilat tasarımı icap ettirir... Esas Teşkilat; yani Anayasa...
Yaklaşık 10 yıldır, gerek baroların, hukuk çevrelerinin, gerekse sivil toplum gruplarının tertip ettiği pek çok Anayasa tartışmasına katıldık. Türkiye’nin tüm bölge ve şehirlerinde devam ettirilen düşünsel bir süreçtir bahsettiğimiz. Tedirgin olanlar ürktükleri deneyimleri, teşvik edenlerse şimdiye değin yaşadığımız vesayet girişimlerini birbirlerine anlatarak, birbirlerini dinleyerek geldiler bugüne...
Toplum için bu tip hazırlıkları önemsiyorum. Siyasiler hem gördükleri iş açısından, hem parti vizyonları itibariyle, daha hızlı ve hazırlıklı olabiliyorlar değişimlere. Ama bizim yaklaşık 100 yıllık siyasi tarihimizde en önemli sorunumuz, siyasilerin hızına yetişemediği için, hakkındaki önemli tüm değişimleri devlet büyüklerinden öğrenmek zorunda kalmış, yukarıdan indirilen kanunlara göre kendini dizayn etmek durumundaki toplumumuzun maruz kaldığı “gıyâbi”lik hadisesidir...
Seçim istatistikleri, oy oranları, hükümetin halk desteğiyle ilgili başarısı zaten ortadadır. Bahsetmeye çalıştığım şey, birey dediğimiz en küçük halkanın, kendini “içinde” hissetmesiyle ilgili bir şey. Sadece his de değil, gerçekten içinde oluş, muhalifken bile ait oluş, tedirginken, itiraz ederken bile, o şeyin içinde akmak...
Çözüm Sürecinde olduğu gibi, Yeni Anayasa ve Başkanlık meselelerinde de içtenlikli bir halkla ilişkiler diline ihtiyacımız var.
Yeni Türkiye ve Yeni Dünya, şimdiye değin zıt bildiğimiz, özgürlüğü ve aidiyeti aynı anda istiyor. Bu cidden zorlu alaşımı ahenkle yürütebilmekse, siyaseti bir sanat inceliğine zorluyor...