Arap Birliği Bakanlar Konseyi’nin Gazze’ye düzenlediği barış maksatlı ziyaret, güç koşullarda tamamlandı. Yoğun bombardıman altında kan gölünün ortasında bir ada gibiydi Gazze. Dört bir yanı sarılmış, ateşten bir abluka altında. Bu açık hava hapishanesini çoğu kez ajansların geçtiği bilançolardan okuyoruz. Gazze, ölü ve yaralı sayısından ibaret matematiksel bir terime dönüştü neredeyse.
Gazzeye giden gazeteciler olarak Şifa Hastanesi’nde şahit olduklarımızı hayatımız boyunca unutamayacağız. Sabah gazetecileri taşıyan otobüs, hastane önüne geldiği esnada çok yakınımıza isabet eden bir roket saldırısıyla neye uğradığımızı şaşırmıştık.
Bizleri karşılayanlar arasındaki İHH Gazze temsilcisi Mehmet Kaya’nın önerisiyle tüm gazeteciler Şifa Hastanesi’nin bahçesine sığındık. Şiddetli bombardıman sesleri ve yaşanan yer sarsıntılarına rağmen hastane doktor ve hemşireleri çok zor koşullar altında hizmet vermeye çalışıyorlardı. Sabah saatlerinde 30 kadar ağır yaralı varken, ikindiye doğru bu sayı 60 civarına yükselince, gazetecilerin ve ziyaretçilerin hastane koridorlarına çıkmaları durduruldu. Üç saat kadar süren Hastane bahçesindeki bekleyişimiz sırasında ambulanslarla hastaneye yetiştirilmeye çalışılan 20 (benim sayabildiğim) Gazzeli ise hastane kapısında son nefeslerini vererek şehit oldular. Aralarında bebekler, yaşlı kimseler ve bedenleri birkaç parçaya ayrılmış kişiler vardı, hepsi sivildi. Tam bir şok halinde bu vahim can pazarının ortasında, yüzü kopmuş, yanmış, uzuvları parçalanmış Gazzelilere metanetle hizmet vermeye çalışan sağlık ekiplerinin göz yaşartıcı emeğiyse fevkaladeydi. Gazlı bez gibi en temel ihtiyaçlar bile zaman zaman sorun olabiliyor, doktorların koşuşturmacaları arasında sürekli olarak ilaç ve tıbbi teçhizat taşıdıklarını gördük.
***
Akşama doğru... Dışişleri Bakanımız, eşi Dr. Sare Davutoğlu ve Başbakanımızın oğlu Bilal Erdoğan, heyetle birlikte Gazze’deki Şifa Hastanesi’ne girdiklerinde ambulanslar hastaneye hala yaralı taşımakla seferberdi. Onbeş yaşındaki kızının cansız bedenine sarılarak ağlayan bir baba vardı. Dışişleri Bakanımız ona sarıldı. İki babaydılar o anda. Can evlerinden vurulmuş, yürekleri kesilmiş iki baba, iki erkek... Tüm rütbelerin, tüm mevkilerin bittiği yerdi o an. Hz. Yakup’un evladı Hz. Yusuf için ağlaya ağlaya kör olmuş gözleri, sanki orada bir kere daha kör oluyordu hıçkırmaktan.
Ahmet Davutoğlu’nun gözlerinden fışkıran yaşların tek bir damlasına belki binlerce kütüphane sığar. Stratejik Derinlik’ler, sosyoloji konferansları, tarih bilgisi, titiz analizler, akademik kariyerin tavizsiz algıları... Davutoğlu’nun kısık gözlerinde sürekli işleyen, muhatabını anında imbikten geçirici o zeka tartısı allak bullak oluyor. O anda sırtındaki hocalık hırkası düşüyor, satranç tahtasının bilge veziri tacını çıkarıyor, diplomatın son mumu da eriyip sönüyor, yazdığı tüm kitaplar soluyor o masum cenazenin önünde. Bildiği bütün yabancı diller kifayetsiz kalıyor. Anadili gözyaşına sarılıyor o anda. Geriye bir insan kalıyor. Ve Baba’lık. Bir erkeğe dünyada en çok yakışan şey, Baba’lık kalıyor. Son nefesini vermiş 15 yaşındaki kızın Baba’sı oluyor Şifa Hastanesi’ndeki tüm erkekler... Hepsi aynı dili konuşuyor; gözyaşı!
***
Profesyonellik dediğimiz şey, kuşkusuz kriterler üzerinden kurduğu nesnel bir mesafeyi de anlamlandırıyor. Objektif bir uzaklık, mekanik bir işleyiş, kurallar, prensipler derken neredeyse “insansızlık”, profesyonelliğin anlamı haline geliyor. Gazze’ye reva gördüğümüz ‘insansız’lığa isyanıdır Ahmet Davutoğlu’nun ağlayışı.
Ebabil kuşunun gücü ve hakikati saklıdır o gözyaşında.
Filleri deviren gücü, Ebabillerin!