2017 yılında Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "Türkiye artık savunma pozisyonundan çıkıp hücum pozisyonuna geçmiştir" açıklaması, aslında sadece bir siyasi söylem değil; Türkiye'nin dış politika vizyonunun yeni bir safhaya geçtiğini gösteren bir dönüm noktasıydı. O tarihten bu yana Ankara'nın diplomatik ve askeri hamleleri, bölgesel düzeyde statüko bozucu ama küresel düzeyde istikrar arayıcı bir çizgi izliyor.
Suriye'deki askeri operasyonlar, sadece terör tehditlerini bertaraf etmeyi değil, aynı zamanda Türkiye'nin sınır ötesi güvenlik mimarisini yeniden inşa etmeyi hedefliyordu. Libya'da yürütülen diplomatik ve askeri destek, iç savaşın seyrini değiştirirken Türkiye'nin Akdeniz'deki jeopolitik varlığını pekiştirdi. Karabağ Savaşı'nda Azerbaycan'a verilen silah ve istihbarat desteği, Türkiye'nin Türk dünyasıyla kurduğu stratejik bağları bir üst seviyeye taşıdı.
Tüm bu adımların ortak paydası, Türkiye'nin uluslararası sorunlara sadece müdahil değil, aynı zamanda çözüm üretici bir aktör olarak yaklaşmasıdır. Bu da Türkiye'yi sadece bölgesel bir güç değil, küresel dengelerde de dikkate alınması gereken bir ülke haline getiriyor.
Türkiye'nin bu etkinliğinin temel taşı, kuşkusuz yerli ve milli savunma sanayisindeki gelişmeler oldu. Bayraktar TB2 gibi silahlı insansız hava araçları (SİHA'lar), sadece savaş sahasında değil, diplomasi masasında da Türkiye'nin elini güçlendirdi. Artık Türkiye, savunma ihtiyaçlarını dışarıdan satın alan değil, kendi ihtiyaçlarını kendi karşılayan ve hatta ihraç eden bir ülke konumuna yükseldi. Bu da dış politikada "otonom" ve "etkin" hareket kabiliyetinin anahtarı oldu.
Pakistan-Hindistan geriliminde İslamabad'a verilen destek, Türkiye'nin sadece Türk dünyası değil, İslam coğrafyasında da önemli bir güvenlik partneri olarak kabul edilmesini sağladı. Aynı şekilde Gazze'de yaşanan insanlık dramına karşı Türkiye'nin yalnız kalsa da güçlü ve ilkeli çıkışı, halklar nezdinde büyük bir itibar kazandırdı.
Ancak asıl dikkat çekici olan nokta şu: Türkiye bu politikaları uygularken Birleşmiş Milletler'in normlarını ihlal etmiyor; aksine, bu normları işlevsiz kılan küresel düzene alternatif bir yaklaşımla hareket ediyor. BM ve benzeri uluslararası kuruluşların etkisiz kaldığı, sadece kınama metinleri yayımladığı kriz dönemlerinde, Türkiye sahada aktif rol alarak boşluğu dolduruyor.
Rusya-Ukrayna savaşında tarafların İstanbul'u müzakere zemini olarak seçmesi, Türkiye'nin "arabulucu aktör" olarak güven verdiğinin en somut göstergelerinden biridir. Bu durum, Türkiye'nin artık sadece kendi çıkarları doğrultusunda değil, küresel barış ve güvenlik adına da sorumluluk üstlendiğini ortaya koyuyor.
Türkiye'nin geldiği bu aşama, sadece askeri başarılarla açıklanamaz. Dış politika ile savunma sanayi arasında kurulan stratejik senkronizasyon, Türkiye'yi talep eden değil, talep edilen bir ülke haline getirmiştir. Dün sadece "bölgesel güç" tanımıyla sınırlı kalan Türkiye, bugün hem kendi sınırlarını hem de uluslararası ilkeleri esas alan bir küresel aktör olma yolunda ilerlemektedir.
Bu tablo bizlere gösteriyor ki, mevcut dünya düzeninin yetersizlikleri, Türkiye gibi devletlerin daha aktif ve yapıcı roller üstlenmesini kaçınılmaz hale getirmektedir. Türkiye bu rolü üstlenmeye hazırdır.
Önümüzdeki dönemde Türkiye'nin sadece bölgesinde değil, Afrika'dan Asya'ya, Kafkasya'dan Balkanlar'a kadar geniş bir coğrafyada ne tür misyonlar üstlenebileceğini ve yeni dengelerde nasıl bir konumlanma gerçekleştireceğini hep birlikte izleyeceğiz