Bazı cümleler yalnızca okunmaz; bazı satırlar yalnızca duyulmaz. Bazı kelimeler vardır ki bir duvar gibi örülür; siper gibi inşa edilir.
Tıpkı Gazze'deki bir enkazın dibinde, çocuğunu gövdesiyle siper eden bir annenin yüreğinden yükselen dua gibi...
Köşe yazarlığı, bizim için ne bir vitrin ne de bir kariyer patikasıdır.
Zihnimizde taşıdığımız kalem ve kelâm, sükûtu delen bir mermi; vicdanımızda beslediğimiz kelimeler, hakikate açılan bir siper olmalıdır.
Bugün ekranlar yalanla boyanmış, sosyal medya algoritmaları aklı kuşatma altına almışken, bir yazı, bir murabıt için soluk olur; siper olur.
Nasıl ki Gazze'de bir taş, bir çocuğun siperidir; köşe yazısı da bu çağın yalanlarına, ifsat yuvalarına, işgalcilere, tarih katillerine, it sürülerine karşı örülmüş bir direniş barikatıdır.
Geçtiğimiz aylarda İstanbul'un merkezinde bir kültür programına davet edildim. Sol yanımda, ulusal bir gazetede köşe yazarlığı yapan genç bir gazeteci oturuyor. Gayretini bildiğim, emeğine tanıklık ettiğim biri.
İçini dökercesine dedi ki, "Abi, biz aslında boşuna yazıyoruz."
Sustum. Dinledim. Sordum.
"Neden böyle düşünüyorsun?"
"Çünkü kimse bizi okumuyor," dedi.
"Televizyonlarda hep aynı yüzler dönüyor. Kim daha çok görünüyorsa, o daha çok okunuyor. Hala sokakta kimse bizi tanımıyor!"
"Gazze'de kim 'beni tanısınlar' diye canını ortaya koyuyor? Hangi Gazzeli bebek viral olma hevesiyle şehit düşüyor?"
Görünür, tanınır olmak, kahir ekseriyetle hakikatin üstüne örtülen bir spot ışığıdır. Yazı ise, karanlıkta kalana tutulan mahrem bir ışıktır.
Bugün birçok genç yazar, görünmek için çırpınıyor. Bir açık oturuma çıkmak, bir ekran yüzü olmak istiyor. Sosyal medya mecralarında ise gazetecilik zannıyla türeyen ve takipçi adedince ciddiye alınan bir güruh kol geziyor.
Oysa parlaklık, nura denk değil ki! Ve fakat hakikat, bir kıvılcım gibi geceyi tutuşturabilir.
Benim meselem viral olmak değil.
Benim derdim; bu milleti kendi kökleriyle yeniden tanıştırmak, kalbiyle tekrar barıştırmak.
Ve Gazze'nin diliyle konuşan ama ülkemde susan kalemlere, fenomenlere, aydınlara, hocalara ağıt yakmak.
Bugün birçok yazı; haberlerden, bültenlerden, sosyal medya paylaşımlarından kes-yapıştır yapılmış birer kolaj.
Bu bir yanlış değildir elbette. Ama bir ihtiyaç da değildir.
Zira toplumun ihtiyacı haber değil; hakikattir.
Nasıl ki Filistinli bir çocuk, sabahı bomba sesiyle karşılıyorsa; bir köşe yazarı da çağın dertleriyle uyanmak/uyandırmak zorundadır.
Gazeteci kardeşime, "Bana da televizyonlardan davet geliyor. Konu siyasetse, reddediyorum. Bir defasında bunu açıkça bir kanal yetkilisine söyledim. Beş dakika sonra başka bir yönetici aradı.
'Hocam, sizi tebrik etmek için aradım. İlk kez biri, kendi uzmanlık alanı dışında konuşmamak için yayına katılmayı reddediyor.'
Bu, beni değil; niyeti takdir eden bir bakıştı. Öyle ya meselenin esası niyet değil mi?" dedim.
Bugün Gazze'de, şehadet yolunda yürüyen biri, bunu bir etiket, mikrofon, bir ekran, bir alkış için mi yapıyor?
Hayır!
Görünmek için değil; görünmeyeni yaşatmak için yürüyor!
Tıpkı hakiki yazının da böyle olması gerektiği gibi...
Gazzeli çocuklar bize haykırıyor. Bir yazı, malumat heybetiyle değil; bedel ile yazılır!
Bundan on beş yıl önce yazmaya başladığımda (Rabbim ona rahmet etsin) babamın bana yazdığı mektubu yeniden açtım. Ve bu köşeye, "Sabri'ye mektup" isimli dosyadan babamın sözleriyle tabelaya yerleştiriyorum.
*
Oğlum, bir fikri olmayanın yazısı olmaz.
Bir amacı olmayanın duası bile eksiktir.
Yazmanın amacı sadece okunmaksa, bu bir şifa değildir.
Yazmak yarış değil, bir iradedir.
Bir meseleye dokunmak, bir yarayı göstermek, bir şuur inşa etmektir.
Çok okuyan değil; ne için okuduğunu bilen adam uyanıktır.
Çok bilen değil; bildiğini nereye yönlendirdiğini bilen kişi irfana yaklaşır.
Mesele yazmak değil; mesele uyandırmaktır!