Bize onu yıllarca “Yassıada duruşmalarının erkek sesi” olarak yutturdular.
Hırçın, cerbezeli ve cesur bir avukatmış...
Nasıl bir avukat olduğunu bilmiyorum. Tecrübe etmedim.
Müvekkiline tercüman olmaya çalışmış, Yassıada Mahkemeleri’nin meşru olmadığını demeye getiren laflar etmiş ama öyle aman aman bir savunma da yapmamış... “Erkek ses” hiç değilmiş.
Bunu mahkeme tutanaklarından anlıyoruz.
Kimden söz ediyorum?
Hüsamettin Cindoruk’tan elbette.
Bir de “Adnan Menderes’in avukatı” yakıştırması var ki, merhum Aydın Menderes açıklayıncaya kadar bu payeyle dolaştı. “Hayır, Menderes’in avukatı değildim” demedi. Düzeltme yahut tavzih yoluna da gitmedi. Bunun siyasi getirisinden yararlanmaya çalıştı.
Menderes’in avukatı olmadığı gibi, Menderes’çi de değildi.
Demokrat ve liberal hiç değildi.
Bilakis, Demokrat Parti’ye karşı kurulmuş “Hürriyet Partisi”nin bir müntesibiydi ve tipik bir Menderes düşmanıydı.
Bağrından Coşkun Kırca gibi “demokrat değerler” çıkarmış Hürriyet Partisi, Menderes’i yeterince liberal olmamakla suçluyordu. Aldığı ilk seçim yenilgisi üzerine, kendini feshedip CHP’ye katıldı. Yani, “çok liberalizm” düşlerken, “sıfır liberalizme” talim etti.
Militarizme karşı olduğunu söyleyen ve “demokrasi” diye inleyen Hüsamettin Bey’i 12 Mart’ta göremedik.
12 Eylül’de de yoktu.
Hırçın ve cerbezeli “savunmacı” kişiliğiyle ortalara dökülüp, esprili benzetmeleriyle Kenan Evren’in burnundan getirebilirdi. (Rahmetli Turgut Özal’a yapmadığını bırakmamıştı.)
Suskunluğu tercih etti.
Ne zaman ki darbenin etkisi geçti, siyasal yaşama dönüldü, birden ortaya çıktı.
Bu kez “emanetçi”ydi.
Zaten “Biz emanetçiyiz” diye açık açık söylüyordu. Taşıdığı emaneti, ortalık durulduktan, yani ülke “siyaset yasağı” ayıbından kurtulduktan sonra sahibine (Süleyman Demirel’e) iade edecekti. Ve etti.
Sonra ne olduysa oldu, bize ustaca “demokratmış gibi” yapan Hüsamettin Bey, “demokrat” ve “hukukçu” kimliğinden sıyrılıp, bir başka sıkıdüzenin kuyruğuna takıldı. 28 Şubat’çı oldu.
Önce, baba ocağı DYP’den çaldığı milletvekilleriyle şemsiye DTP’yi kurdu (Bir “emanetçi dükkânı”, bir “geçiş partisi” değil, kendisini Çiller karşıtlığıyla ifade eden kaçkınların kümelendiği bir uğrak partisiydi DTP), sonra tipik bir “ara-rejim hükümeti” olan Anasol-D’nin Başbakan Yardımcılığı’na tamah etti.
Parlamento üzerindeki asker vesayeti, “Çiller tehlikesi”nden daha az tehlikeydi Hüsam Bey’e göre.
Kuvvetler ayrılığı ilkesini tepetaklak eden, hukuku rafa kaldıran, “laikler ve karşıtları” diskurunu siyaset yordamına dönüştüren süreçten ise hiç rahatsız değildi.
Bekledik ki, parlamentoyu teslim alan, “icra”yı çalışamaz hale getiren olağanüstü militer süreci ve geleneksel güç odaklarını refüze etsin.
O çıktı, parlamentonun Refah Partisi’nin vesayeti altında olduğunu söyledi ve bir anlamda 28 Şubat’çıların işini kolaylaştırdı. Siyasal krizden çıkış yolu olarak da, 27 Mayıs’ın seçkinler ve imtiyazlılar kastı olan “Senato” uygulamasını önerdi.
Şimdi öğreniyoruz ki, TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu’nun davetine icabet etmemiş.
Üstelik, komisyonun çalışmalarını “gayrı meşru” ilan etmiş...
İfadeler tamamlanıp rapora dönüştüğünde, bu rapor da 28 Şubat iddianamesine mesnet teşkil ettiğinde “Bu mahkeme gayrı meşrudur” diyecek mi?
O zaman göreceğiz Yassıada duruşmalarının erkek sesini!