Biliyorum, hepinizin dikkatini çekmiştir bu fotoğraflar. Ben sadece dört tanesini almaya cesaret edebildim ama on binlercesi var.
Siz de biliyorsunuz, var!
Hani bir fotoğraf vardı... Fotoğrafçı Kevin Carter'ın Sudan'da çektiği, "Çocuğun başında bekleyen akbaba" fotoğrafı...
Hah, işte o. Evet evet, o fotoğraf.
Fotoğrafı etkileyici kılmak, fotoğrafçının en önemli kaygısıdır. Bir fotoğrafçı olarak iyi bilirim. Carter, bu etkileyici fotoğrafla Pulitzer ödülü aldı.
Ama aldığı ödül, vicdan azabına mâni olamadı. Öyle ki bu azap, sonunda intiharla son buldu.
Bu dört fotoğraf da o akbabanın beklediği andan farksız; tek fark, bu kez akbabanın görünmüyor oluşu.
Dört fotoğraf. Dört çığlık. Dört başka kare...
Ama aynı açlık. Aynı isyan. Aynı suskunluk.
Baktın mı? Dikkatlice...
Yüzlere mi baktın, yoksa sadece tencerelere mi?
Saydın mı kaç tencere var?
Ben sayamadım!
Her tencere, bir annenin feryadı, bir çocuğun boş midesi, bir babanın mahcubiyeti.
Tencere değil onlar.
Hepsi birer mezar. Kaynamamış suyla dolu, umut mezarları...
İlk fotoğrafta bir kadın var.
Sarkmış kolları... Yere düşmemek için direnmiyor bile.

Tencereyi tutacak takati kalmamış. Bitkinlik değil bu, bu ecelsizlik.
Açlıktan ölünecekse, bari biri görsün diye son nefesi de sıraya yazmış.
İkinci fotoğrafta küçük bir kız akbabayı görmüş gibi haykırıyor.
Parmağıyla bir yeri gösteriyor.

Belki yardım geliyordur...
Çocuk işaret parmağıyla belki bizi gösteriyordur...!
Üçüncü fotoğrafta bir kalabalık...
Hepsinin elinde bir tencere.

Ortada bir kazan.
Kazan var ama içinde umut yok.
Bir kentin ortasında kurulmuş bir "açlık kıyamı."
Yüzlerce el havada...
Hiçbiri tok değil.
Dördüncü fotoğraf, dikenli tellerin ardı...
Çocuklar...

Hepsi tencerelerini yukarı kaldırmış.
Açlıklarını gösteriyorlar, "Bakın! Biz buradayız! Bizi toprağa gömmeden önce doyurun!"
Dünya kaydırıyor.
Evet, dünya... Baş parmakla kaydırılan bir cehennem artık.
Gazze'deki bu fotoğraflar, bir baş parmakla geçilen boş zaman molası sadece.
Kaç tencere var, saydın mı?
Kaç çocuk var, saydın mı?
Kaç nefes sayıldıktan sonra yok sayıldık?
Bizim yaşadığımız şey, konfor şizofrenisidir.
İçinde bulunduğumuz bu hâl, modern sosyolojide "duyarsızlaşmış maruziyet" veya kanıksama (habituation) olarak adlandırılıyor.
Yani aynı şiddeti, aynı görüntüyü, aynı acıyı tekrar tekrar görmek... Ama tepki verememek.
Başlangıçta şok eden şey, zamanla sıradanlaşıyor.
Toplumsal vicdanın dumura uğraması da denebilir.
Ve böylece, bir çocuğun açlıktan ölmesi, bir ülkenin yok oluşu artık haber değil, dekor oluyor!
Ve, çağımızın en dokunaklı metaforu, "kaydırmak!"
Vicdanı kaydırmak.
Sorumluluğu kaydırmak.
Psikoloji ve sosyoloji kesişiminde buna "ahlaki yorgunluk" da deniyor.
Yani zulüm kareleri, "estetik objeye", "algı efektine", "görsel şölene" dönüşüyor.
Hissedebiliyor muyuz?
Ya da hissetmek yeter mi?
Yetmez!
Bir milletin yavaşça açlıktan yok oluşunu sadece hissetmek, suç ortaklığıdır!
Her gün yeniden ölen bir halk...
Her gün açlıkla imtihan edilen bir çocuk coğrafyası...
Bizim için bu fotoğraflar, birer estetik acı.
Paylaşıldığında vicdan rahatlatan, ekran kaydırıldığında unutulan geçişler.
Gazze artık bombalanmıyor.
Bombaya gerek kalmadı.
Açlıktan ölüyorlar.
Ses yok.
Patlama yok.
Sadece boş tencereler.
Organize terör çetesi İsrail'in bir füzesi değil, bir boş kepçe öldürüyor çocukları.
Bunu görmeye gözün var mı?
Yoksa bu da mı kaydırılacak bir kare?
Kaç tencere var, saydın mı?
Kaç vicdan kayboldu, saydın mı?
Kaç kalp sustu, kaç yürek yandı, kaç akıl körleşti, kaç ümmet sırtını döndü, saydın mı?
Ben sayamadım!
Çocuk hâlâ işaret parmağıyla bizi gösteriyor.
Akbabayı gören oldu mu?
Çocuk hâlâ neden bizi gösteriyor ki?!