Her devleti bir canlı organizmaya benzetebiliriz.. Nasıl ki, her canlı organizma, kendisini her türlü tehlikeye karşı, aklının ve imkanlarının yettiğince korumaya çalışır ve gerektiğinde başkalarıyla kavgayı, savaşı, kendi varlığı açısından kaçınılmaz görür ve mücadeleye girerse , evet , devletler de böyledir.. Her devlet de her şeyden önce kendi menfaat ve maslahatını esas alır, kendisini bile-bile ateşin içine atan devlet, akıllı bir devlet olarak nitelenemez..
Osmanlı Devleti de, kendisini yok etmek isteyen çeşitli güç odaklarının daha bir güçlü olduğu ve kendisinin de özellikle Balkan Savaşı'ndan ağır yenilgi ve 500 yıllık vatan topraklarını kaybederek çıktığı bir sırada karşısında, Birinci Dünya Savaşı ateşinin kendisini kuşattığını görünce.. Bu yangından kaçınmanın mümkün olmadığı ve amma savaşın kazanılması halinde, kaybedilen o av 500 yıllık vatan topraklarının istirdat geri alınabileceği ümidiyle de savaşa girdi
Ama, Almanya'yla aynı cephede olmanın sonunda başlangıçta hesab edilemeyen ağır bir yenilgiyle akla-hayale gelmeyen bir felaketle karşılaştık; 600 küsur yıllık bir hâkimiyetten sonra bütün vatan topraklarını kaybettik..
Sonrasında mı?
Hemen herkes bir 'erkân-ı Harb subayı ve stratejist' imişçesine yorumlar yaptılar ve 'Birinci Dünya Savaşı'na tedbirsizce ve hazırlıksız olarak girdik, 'İttihad-Terakki' liderlerinin tecrübesizce ve heyecanla girdikleri savaşta her şeyi kaybettik' dediler ve hâlâ da demekte; o savaşa giriş kararını verenleri hıyanetle veya en hafifiyle, hayalcilik ve aptallıkla suçlamaktalar.
Halbuki, 'O savaş sırf Osmanlı'yı safdışı etmek için çıkarılmıştı' denilemese bile, 28 Haziran 1914 günü Saraybosna'da, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahdi Ferdinand ve hanımı Sofia'nın bir nasyolist Sırb militanı tarafından, bir suikasd sonunda katledilmesinden hemen sonra, Avusturya- Macaristan İmparatorluğu'nun Sırbistan'da savaş açması ve Sırbistan'ın da Rusya'ya sığınması ve bunun üzerine Almanya'nın da Avusturya yanında savaşa girmesi karşısında, Almanya ile Dünya liderliği için rekabet eden İngiliz emperyalizmi de, yanına Rusya ve Fransa'yı da çekerek, Osmanlı'nın 500 seneden fazla hükmettiği topraklarda patlak verdiği için, Osmanlı'yı sahne dışına atmak isteyenlerin işlerine çok geleceğini hesab etmeye başlamıştı.. Osmanlı ise, kendi mahallesine dayanan bu savaş yangını karşısında üç aya yakın bir zaman geçtiği halde karar veremiyordu.
*
O sıralarda gelecekteki dünya siyasetin nasıl şekillenebileceği konusunda Londra'ya giden ve 20 gün kadar orada görüşmelerde bulunan ve nabız yoklayan Osmanlı Orduları Başkomutan Vekili Enver Paşa'ya hiçbir yakınlık göstermeyen İngilizler karşısında Almanya, geniiiş Müslüman coğrafyaları ve Müslüman halklar üzerinde, Hz. Peygamber (S)'e vekâleten 'halef' bir temsilci durumunda, o dönemdeki Müslümanlar için en etkili karar merkezi olan Hılafet kurumunu da uhdesinde bulunduran ve kocamaaan stratejik coğrafyaları hâlâ da etkileyen bir güç odağı olarak Osmanlı'yı yanına çekmekle büyük bir avantaj sağlamıştı. 4 yıl süren savaşın ilk 2 yılında, bütün Müslüman toplumları umutla bakıyorlardı geleceğe..
*
Ve amma, sonunda, evet korkunç şekilde yenildik.
'Efendim o savaşa girilmeliydi-girilmemeliydi..' gibi sözler bugün şartlarında söylenebilir.
Ve savaşın sonunda ayna safta olan Almanya, Avusturya- Macaristan, Bulgaristan ve yenilmişler ve büyük askerî ve diğer insanî ve de ufak-tefek toprak kayıplarına da uğramışlardı ama; sadece Osmanlı bütünüyle âdeta buharlaşmıştı.. Çünkü, Avrupa için asırlarca korku kaynağı olan bu Müslüman gücü, sadece askerî gücü ve coğrafyalarıyla değil, bütün temel İslâmî kurumlarıyla ve bir daha kolayca ayağa kalkamayacağı şekilde sahne dışına atılmalıydı ve atılmıştı..
*
Esasen, İngiltere'nin Osmanlı'daki sefiri Lord Nicolson, taa 1911'lerde, dönemin İstanbul Dâr'ul-Fünûnu'nun / üniversitesinin reisi /rektörü olan Feylesof unvanıyla ünlü Rızâ Tevfik'e, '1908'deki 2. Meşrutiyet Hareketi esnâsında eleştirileri'ni sıralarken, en başta da Hılâfet'i kaldırmadıklarını sayıyor ve Rıza Tevfik de, 'Lord cenabları, asırlarca gücünden pek fazla istifade etmediğimiz Hılafet kurumu, İngiliz devlet-i fahimânesini niçin bu kadar ilgilendiriyor ki?' dediğinde, söz konusu Lord, ona; 'Biz Güney Doğu Asya'dan, Malaya ve Hind alt-kıtasından Afrika içlerine kadar 100 milyonlarca Müslümanı itaatimiz altında tutmak için her yıl milyarlarca İngiliz lirasını harcadığımız halde yine de muvaffak olamazken; sizin İstanbul'daki Halife/Sultan'ınız o 100 milyonlara, Hâfız Osman hattıyla yazılmış bir Kur'an ve bir de Selâm-ı Şahâne' göndererek onları itaati altına alıyor.. Biz işte bu gücü kırmak için size Meşrutiyet'te o kadar yardım etmiştik..' diyordu..
*
Ve ilginçtir, Halife statüsü da uhdesinde bulunan Sultan Vahdeddin, 'seryâver-i şehriyâr'i (Padişah'ın başdanışmanı) unvanıyla geniş yetkilerle donattığı bir Osmanlı Paşası'nı Anadolu'ya gönderiyor ve o da, Erzurum ve Sivas kongrelerinde, gittiği her yerde, 'Makam-ı Hılafet-i Uzmâ ve Saltanat-ı Seniyye'ye bağlı kalınacağı' konusunda yeminler ediyor-ettiriyor ve Anadolu'nun Müslüman halkı canını dişine takarak, bütün varını-yoğunu ortaya koyarak bir, 'olmak ya da olmamak savaşı'na atılıyordu.
Savaşın sonunda ise, o zamana kadar bütün makam ve rütbeleri ve malî kaynakları veren saltanat sisteminin kaldırıldığı açıklanıyor ve 1924 yılında da kelime oyunlarıyla Hılafet buharlaştırılıyor ve Müslüman bir toplumun hemen hemen bütün aslî sosyal İslamî temel kavram ve kurumlarına karşı bir savaş açılıyor ve İngiltere de ancak ondan sonra, İstanbul'daki sefaretini/ elçiliğini Ankara'ya taşıyordu..
*
Bunları, niye mi tekrarlıyorum?
Saltanatçı olduğum sanılmasın.. Şahsen, İslâmî sınırlar içindeki gerçek mânasıyla bir Cumhuriyetçiyim, ama, halkın ekseriyetinin iradesi adına kurulan yönetim sistemlerine verilen Cumhuriyet adı kullanılarak, emperial güçlerin alkışladığı laik bir fiilî sultanlığın etkisini büyük çapta hâlâ da sürdürdüğü bir sistemin gerçek bir Cumhuriyet olamayacağını söylüyorum..
Bugün, 2 milyara yakın dünya Müslümanları, kocaman bir gövde, ama, bir başı yok.. Müslüman halklara hükmeden 55-56 tane devlet var ve bunlara, o coğrafyalardaki halkların büyük ekseriyetinin Müslüman oluşuna bakılarak, İslâm ülkeleri deniliyor ve amma, tam bir başsızlık halinde.. Ve, her devlet önce kendisini garantiye almaya çalışıyor ve üstelik de Müslümanların, İslam adına topyekûn harekete geçmelerini sevkedecek bir yetkili makam da yok..
Ama, bir kısım laik kafalar, akademisyenlik 'titr'lerinin arkasına sığınarak, hele de, Trump'a 3,5 trilyon dolar rüşvet vererek iktidarlarını sürdürmek bayağılığını kabullenen 'petro-dolar şeyhleri'nin o uşaklıklarını işaretle, 'Hani, nerede İslam ülkeleri?' diye bütün Müslümanları rencide edecek bir sefil mantıkla konuşmuyorlar mı ekranlarda!..
*
Sonra da, hemen herkesin ağzında, derunî bir isyan halinde 'Gazze'ye niye bir şey yapamıyoruz?' diye yakınıyor? Bütün Müslümanları tek bir güç odağı halinde sevkedecek bir kurum yok.. Ama, karşımızda ise, başta Amerika olmak üzere bütün emperial odaklar ve kuklaları, tek cebhe halinde siyonist İsrail rejimine işlettikleri o barbarlıkların arkasında yer almıyorlar mı ve almayacaklar mı? Esasen, Amerikan Başkanı, Joe Biden, uçak gemilerini Doğu Akdeniz'e getirip, 'Burada İsrail diye bir devlet kurulmamış olsaydı bile, biz Batı dünyası olarak burada böyle bir devleti yine kurardık..' diye, maksadlarını en net şekilde ifade etmemiş miydi, 18 Ekim 2022'de.. Aynı mânayı bugün Trump ve 1-2 istisnasıyla, AB ülkeleri de aynı şekilde paylaşmıyorlar mı?
Siyonist rejimin başındaki ve aç-susuz, bırakılan perişan yüzbinleri yıkıntılar altında öldürmeyi savaşmak zanneden Netenyahu isimli kaatil kişi de şimdi de Müslümanların en mukaddes mekânlarından birisi olan Mescid-i- Aqsâ'nın altında kazdırdıkları tünellerle; orada, Hz. Süleyman zamanından kalma mabedin temellerin bulunduğu iddialarını söylüyor ve halkları büyük çoğunlukla Müslüman olan 55-56 devlet, birlikte etkili bir tepki veremiyor.. Çünkü, bu kocamaan gövde içten içe çırpınıyor ama, iradesini ortaya koyacak, bütün Müslümanları bağlayacak şekilde bir 'Baş' yok.. Her bir devlet, önce kendi maslahatını düşünüyor..
Bu durumda, birlik olmayınca, Müslüman devletlerden herhangi birisi, tek başına ne yapabilir? Osmanlı'nın Birinci Dünya Savaşı'nda yenilmesinden sonra bizim toplumumuz, 100 seneyi aşkın zamandır, 'O savaşa katılmayacaktık..' diye hüsranlı bakışlarla yapılan değerlendirmelerin bir benzeriyle ve bir topyekûn savaş sonunda tekrar karşılaşılması halinde, 100 yıl önceki tablolarla, bu gün de, tekrarlanmayacak mı? 'Filanca siperi kurtaralım' derken, 'nice siperlerin de kaybedilmesiyle karşılaşılabileceği niçin hesap edilmemiştir?' görüşleri tekrarlanmayacak mıdır?
1911-12'lerde İtalya, Libya sahillerine en gelişmiş silahlarla saldırdığında; çöllerde, atlarına binip, kılıçla karşı koymaya çalışan onbinlerce Müslümanın savunmalarının mantıklı olup olmadığını soran Avrupa'lı bir gazeteciye, o onbinlerin lideri olan Şeyh Sunûsî ve Ömer Muhtar'ların, 'İstanbul'da Halife emir verince, bizim burada güçlerimizin hesabını yapmamız alçaklık olurdu..' demelerindeki şuûr ve idraki söyletecek bir karar mercii var mı bu gün, iki milyarlık Müslüman âleminin?
*
Cevaplandırılması gereken en temel sual budur. Evet, bu soruya İslamî akılla aranacak -verilecek cevaplarımız nedir?
*