Ve işte, şehirlerin anasındayız... Mekke'de.
Allah Resulünün hicret ederken dönüp tepeden baktığı, "Sen benim için şehirlerin en sevimlisisin. Eğer kavmim beni çıkarmasaydı senden ayrılmazdım," dediği beldede.
Hz. İbrahim'in duasıyla korkulardan emin kılınan, dünyanın dört bucağından meyveleri celbeden, insanların kalplerini kendisine aşk gibi taktıran ve her yıl milyonları kendine çağıran şehir.
Daha hacca on günden fazla var ama Mescid-i Haram'da namazlarda yer bulmak zor. Sanki bütün dünya burada. Başka hiçbir yerde böyle muazzam bir toplanma olmamış ve olmayacak gibi.
Zira hac, bir ibadetten çok daha fazlası...
Bir içtima, bir kıyam, bir meydan okuma.
Namaz gündelik bir toplanmadır. Mahallede başlar; cuma semte, bayram şehre ulaşır.
Hac; ümmetin küresel buluşması.
Her Müslümanın bir kez ömründe iştirak ettiği bu evrensel seremoni, bireysel bir dönüşüm olduğu kadar, kolektif bir hatırlayıştır.
Çünkü Allah, "Kâbe'yi insanlar için bir kıyam olsun diye yarattı," buyuruyor.
Kıyam, yerdeysen ayağa kalkmak, ayaktaysan ayakta kalmak.
Ve bu kıyamın nesnesi, haccın kendisi değil; Kâbe.
Mekke, kavmiyetin eridiği, renklerin izole olduğu bir belde.
Leylekler gibi...
Kuzeyden, doğudan, batıdan gelenler gökyüzünde tavaf ederek aynı sürüye dâhil olur.
Aynı hedefe, aynı yöne...
Burada ne Arap kalır ne Türk ne Afrika ne Balkan.
İhram kalır, secde kalır, yön kalır.
*
Buralara gelip de babamı anmamak olmaz.
Rahmetli babama bir tavaf yaptım. Bilgisayarımdaki babamdan miras arşivini hatırladım. Otele döner dönmez arşivi açtım. Hac üzerine kaleme aldığı yazıları taradım; okudum.
Bana hem fikir hem ruh hem iz bırakan babamın hac üzerine kaleme aldıkları, aslında bu yazının da ilham kaynağı oldu.
Babamı rahmetle anıyorum, bin kez daha.
*
İki buçuk milyon insan buradayız. Her biri Allah'ın davetlisi, her biri misafir...
Ve bu misafirliğin ikramı bellidir, sıfırlanmak.
Anadan doğduğu gibi tertemiz, taptaze geri dönmek.
Kâbe'yi seyrediyorum; yüzlere nazar ediyorum, bu kadar özel davetlinin arasında yüzlere sinmiş bazı izler ister istemez kalpte soru işaretleri oluşturuyor.
Bazıları, birbirine yer vermemenin telaşında.
Bazıları, bir başkasını ezerek bir adım öne geçmenin hırsında.
Oysa hac, bir yarış değil; bir teslimiyettir.
Oysa din, güzel ahlâktır.
Ve Hz. Resulullah, "Ben size haccı öğretmek için geldim" demedi, "Güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim," buyurdu.
Sosyoloji bize, "bir toplumun kaderi, değer sisteminin gücüyle yazılır" der...
Hz. Ömer'in şu sözünü şimdi daha iyi anlıyorum, "Muamelâtınız yoksa, ibadetleriniz sizi kurtarmaz." Burada sıfırlansan dahi ahir ömürde muamelat olmazsa eksiye gark olursun!
Bir grup hacı, yıllar önce Muhammed İkbal'i ziyarete gider. Ellerinde hurmalar, seccadeler, zemzemler...
"Hocam dua edin, haccımız mebrur olsun" derler.
İkbal, tebessüm eder, derin bir teveccühle hediyeleri kabul eder, ardından der ki:
"Keşke Mekke'den, Medine'den bana hurma, zemzem değil de;
Ebubekir'in sadakatini, Ömer'in adaletini, Osman'ın hayasını, Ali'nin cesaretini getirseydiniz.
Biz burada yeni bir Pakistan inşa ederdik."
Bu sadece bir sitem değil, bir medeniyet vizyonudur.
Zira toplumlar eşya ile değil, ahlâk ile kurulur.
Zemzem içilir, hurma yenir, seccade eskir...
Ama ahlak taşınırsa, sadece birey değil, bir ümmet dirilir.
Bugün hac yolculuğunda dönüş yolunda taşınması gereken en büyük yük, valize sığmayan "Ruh yüküdür."
İşte bu yüzden, hac dönüşünde çantada hurma değil, davranışta sadakat olmalı.
Seccade değil, haya taşınmalı.
Zemzem değil, adalet kokmalı üzerimiz.
Ve haccın hediyesi; cesaretle kuşanmış bir karakter olmalı.
Sadece tavaf değil; nefsi terk etme, sadece say değil; kendini aşma, sadece kurban değil; benliği boğazlama.
Medine'nin terbiyesiyle, Mekke'nin kıyam çağrısıyla, kalbimizde sessiz bir idrak olmalı ve her insan kendini talimatlandırmalı: Zemzem değil, ruh getirin!
Çünkü artık susarak taşıyacağımız bir ahlâk, konuşmaktan çok daha kıymetlidir.