Mekke'deyiz.
Her adım bir hafıza, her nefes bir muhasebe.
Her milletten yüz binlerce kul... Kiminin kalbinde tevbe, kimi arınıyor, kimi akıyor kalabalıkla.
Sabah kafilemizle birlikte ziyarete çıktık.
İlk durak, Resulullah Efendimizin (s.a.v.) doğduğu ev. Şimdilerde bir kütüphane olarak anılsa da her yanı kapatılmış, yakınına bile yaklaştırılmıyor; yıkılma kararı alınmış ama engel olan çıkmış. Rivayet odur ki, yıkılmasına karşı çıkanlardan biri bizim "Koca Reis" ...
Ebu Kubeys Tepesi karşımızda yükseliyor. Resulullah Efendimiz (s.a.v) Mekke halkına buradan seslenmişti.
"Şu dağın ardından bir düşman geliyor desem inanır mısınız?"
"Sen el-Emin'sin, elbette inanırız," demişlerdi.
Ancak Efendimiz (s.a.v.), peygamber olduğunu ilan ettiğinde aynı halk inkâr etti.
Bugün o tepenin üzerinde yükselen binalar, belki de o sesin bir daha duyulmaması için inşa edilmiştir.
Adeta saray, vahyi bastırmaya çalışsa da biz hâlâ o sesi işitiyoruz, "Ben size Allah'tan gelen bir uyarıcıyım."
Yürüyüşümüz, Efendimizin (s.a.v.) üç yıl süren, boykotla sınandığı o hüzünlü mekânlara doğru ilerledi. Taşı toprağı, belki de garaj açmak için alınanlar hariç, olduğu gibi duran nadir yerlerden biri. O günkü hüznüyle hâlâ dimdik ayakta...
Hemen önünde bir garaj, adı: "Gazze Garajı"
Hem adı Gazze hem Efendimize (s.a.v.) boykotun yapıldığı mekân. Ancak Gazze'de yapılan Siyonist terör çetesi İsrail'in zulmüne karşı bir boykot yok.
Aksine, Siyonizm'in bütün ürünleri burada baş tacı...
Ne tuhaf... Ne acı...
Yolumuz Cennetü'l-Muallâ'ya... Hatice Validemizin huzurundayız. Dualar ediliyor. Karar veriyorum, dönünce kıymetli Sibel Eraslan'ın "Hz. Hatice" kitabını mutlaka okuyacağım.
Dönüş yolunda arkadaşlarıma bir soru sordum, "Resulullah'ın karşısında zulmün sancağını taşıyan Ebu Cehil'in, Velid bin Muğire'nin, Ümeyye bin Halef'in, Ebu Leheb'in yerinde bugün Arap coğrafyasındaki devlet başkanlarından hangisi olurdu?"
Bir arkadaşım döndü, "Abi, bırak onların kim olacağını... Biz o gün yaşasaydık, Resulullah'ın tarafında mı olurduk, karşısında mı? Asıl bunu düşünelim!"
Bu cümle, içimde sarsıntı oluşturdu.
Ve ne gariptir ki, bu sarsıntıdan sadece birkaç saat sonra başka bir sarsıntıyla bir düşüş yaşadım.
Kelimenin tam anlamıyla bir düşüş...
Mescid-i Haram'dan çıkıyorum. Kalabalık yoğun. Adım adım ilerliyoruz. Derken bir boşluk... Ve ben yüzükoyun yere kapaklandım.
Elimdeki telefon havaya fırladı. İçinde notlarım, gözlemlerim, yazılarım...
Telefon önümdeki mazgala doğru kaydı. Izgaranın deliklerinden düştü.
Bir anda içimde bir panik koptu.
Acaba beni telaşa düşüren şey yazdıklarım mıydı, yoksa cihazın kendisi miydi?
O an Karadenizli damarım tuttu. İçimdeki sesi bastırdım, etrafımdaki ilgisiz görevlilere ses yükselttim.
Ama sonra bir şey oldu.
Bir fark ediş...
Bir kırılma...
Bir imtihanla karşı karşıya olduğumu hissettim.
Yere düşen sadece telefon değildi.
Benim öfkemdi...
Benim acelem...
Benim içimdeki taşınmamış yüklerim...
Çıkarmak için epeyce uğraştım ama nafile... Rögar kapağı mıhlıydı. Polisler, yalnızca belediye görevlilerinin gelip açabileceğini söylediler.
Tam o sırada genç bir delikanlı çıktı.
Elinde bir demir parçası, "Açılın!" dercesine hepimizi kenara itti.
Demirle kapağı yerinden oynattı. Sonra hep birlikte kapağa asıldık.
Ve ben, notlarıma ulaştım.
Delikanlı Bangladeşliymiş.
Adı Abdullah.
Munis, sakin ve mahzun duruşlu biri.
Numarasını aldım.
Translate aracılığıyla her gün mesajlaşıyoruz.
Otele doğru yürürken, eşim yanı başımda yumuşak bir cümle kurdu, "Öfkeni burada bırak. Arafat'a ne olur taşıma...!"
Taş gibi oturdu içime. İki gün sonra Arafat'a çıkacağız!
Arafat, yüklerin bırakıldığı yer, taşındığı değil.
Hac, bedenle yapılan bir yürüyüş değil; nefsin diz üstü çöküşü.
Resulullah Efendimiz (s.a.v.) şimdi burada olsaydı...
Biz nerede olurduk?
Safın önünde mi?
Yoksa sessizce öfkesine sahip olamayanların arasında mı?
Bazı imtihanlar secdeye benzer; diz üstü düşmeden geçilmez.