Mekke karanlık... Mekke adaletsiz...
Kız çocukları diri diri toprağa gömülüyor, cehalet babalarını taklit ediyor.
O (s.a.v.), adaletsizlikten, kirlilikten, zulümden kaçıyor bir dağın kalbine.
Yüzünü değil, ruhunu saklıyor o mağarada.
"Görmeyeyim, şahit olmayayım" değil yalnızca; "kirlenmeyeyim, kirletmeyeyim" diye çekiliyor Hira'ya.
İnziva bir arayış oluyor. Arayış bir nura dönüşüyor. Ve o nur, Mekke'yi şehirlerin en sevimlisi, en emini ve dahi şehirlerin anası yapıyor.
Ve sonra, yeryüzüne bir emir iniyor.
Bir ayet.
Bir başlangıç.
Bir sarsılış: "Yaradan Rabbinin adıyla oku!"
Ama biz Yaradan'ın adını unuttuk!
Sadece "Oku!" dedik.
Ve okuduk, okuttuk.
Ama ne okuduk?
Çocuklarımıza üniversiteye hazırlıkta adaklar adadık, çaputlar bağladık, uğurlar peşinde koştuk.
Ama Allah'ı bilmiyor!
Kelime-i şehadet getiremiyor.
"Peygamberin kim?" diyor spiker, "Bilmem ki," diyor çocuk!
Oysa biz ne çok şey yaptık onun için...
Dershaneler, özel dersler, sınav kampları...
Ama ne az şey yaptık Allah için.
Üniversiteyi kazanıp da Allah'ı unutan evlatların babalarıyız, analarıyız.
Diploma alındı ama hafıza yitirildi.
Şimdi nurlanmış bir şehre dönen o arayışın mirasçılarıyız güya.
Mekke'deyiz.
İki buçuk milyon insan.
Her biri Allah'ın davetlisi.
Bu kalabalık, iki buçuk milyar Müslümanın yorgun, yılgın, yönsüz özeti adeta.
Her biri ihramlı, her biri Beytullah'a yönelmiş.
Ama bu yöneliş, yön bulmak değil.
Bakışlar, sözler, jestler, sesler, bedenler...
Ne yazık ki çoğu, İslam'ın en temel edepleriyle bile bağdaşmıyor.
Hac, ümmetin yıllık içtimaı.
Ama bu içtima, içimizin darmadağınıklığını ifşa ediyor.
Bir adam, ön saflarda yer bulmuş diye karısını, kızını kendi safına diziyor.
Bir başkası, ızdıba kıyafetinde, Hacerü'l-Esved'i selamlamak için kolunu kaldırıyor ama (affınıza sığınıyorum) o kol bir ömrün ihmaliyle uzuyor yanındakinin gözüne.
Parmak boyunda kıllar göz çukuruna iniyor.
Tiksindirici bir gaflet...
Ümmetin kusurlarını göze sokma niyetinde değilim, emin olun!
Üç beş kişiyle Gazze için dua edelim diyorum; birileri atlıyor:
"Aman! Yapma! Etme! Burada Gazze yasak. Filistin konuşulmaz. Gözünün yaşına bakmazlar, tutuklarlar!"
Susuyorum.
İçimden Ebu Ubeyde'nin işaret parmağını kaldırmak geliyor ama...
O parmak inmiyor; çünkü karşıma Muhammed Dahlan çıkıyor.
Göz kapaklarımı kapamak zorunda kalıyorum.
Utancımdan mı, öfkemden mi, korkumdan mı, bilemiyorum.
Bombalanmış bir binanın enkazında, alevler arasında yürüyen küçük bir Gazzeli kız...
Onun yürüyüşüyle bizim buradaki yürüyüşümüzü karşılaştırıyorum.
Hangisi daha Müslümanca?
Hangisi daha asil?
Mekke'de bulunmayı yeterli sanıyoruz; ama ruhuna nüfuz edemiyoruz.
Çünkü ilk ayeti yarım okuduk.
"İkra" dedik.
Ama "Bismi Rabbik" demedik.
Oku dedik, okula gönderdik, okut dedik, diploma aldırdık.
Okuyan, bilen ama inanmayan; ezberleyen ama hissetmeyen bir insanlık türettik!
Yaradan'ın adıyla olmayan okuma, bilgi değil; veri yığınıydı oysa.
Diplomalı cahillerin, ibadetli ahlaksızların, niyetli ama yönsüz kalabalıkların çağındayız.
Mekke'ye gelen ama Mekke'ye hâlâ mesafeli duran yığınların çağındayız.
Ve bu çağda hac, sadece bir ibadet değil; bir hareket olmalıydı.
Bir diriliş, bir doğruluş, bir kopuş, bir yürüyüş...
Ama olmadı...!
Kıblemiz bir ama yönümüz şaşkın.
Kâbe'nin etrafında dönüyoruz ama kendi etrafımızda savruluyoruz.
Aynı ihramı kuşanıyoruz ama aynı niyeti taşımıyoruz.
Hac, sadece maddi kirlerden değil; ayrılıklardan, kopukluklardan, küskünlüklerden de arınma vesilesiydi.
Yine bireysel geldik, bireysel döneceğiz!
Kalabalığız ama tek tek döküleceğiz.
Gazze yanarken biz susuyoruz.
Gözlerimiz açık ama kalplerimiz mühürlü.
İkbal'in dediği gibi:
Hurma taşıdık ama sadakat taşımadık.
Zemzem içtik ama adalet içmedik.
Kurban kestik ama nefsimizi boğazlamadık.
Ve şimdi...
İbadetlerimizin gölgesinde cayır cayır yanıyoruz.
Gazze artık karakterimizi ölçüyor!