10 Haziran 2025 tarihli yazımız Müslüman cemaatlere yönelik bu cümle ile bitiyordu. İttihat ve Terakki ile başlayan ve tek parti Kemalizm'i ile kurumsallaşarak devam eden iç sorunlarla ilgili olarak omuzlarına binen İslamî, tarihî ve insanî görevlerini yerine getirmelerine ilişkin bir hatırlatmaydı. Adı geçen yazıyı okuyan bir dostumla konuşuyorduk. "Müslüman cemaatlerin, rant kapma, sosyal taban kazanma, siyasal güç devşirme gibi daha önemli başka işleri var. Bu tür meselelere ilgi duymazlar. Boşuna uğraşıyorsun" demeye getirdi. "Doğrusunu istersen, Kemalizm'in sebep olduğu ve iç çatışma düzeyine çıkaracak kadar tahrik ettiği birçok sosyal hadise karşısında Müslüman cemaatlerin ilgisizliği hayırlı olmuştu geçmişte. Mesela 12 Eylül darbesine kadar süren sağ sol çatışmasına bu cemaatler, bütün tahriklere rağmen karışmadılar. Bir Kürt-Türk çatışması çıkarmak için başlatılan elli yıllık kanlı süreçte de aynı tutumlarını sürdürdüler bu cemaatler. Dolayısıyla geriye dönüp baktığımızda iyi ki böyle davranmışlar diyebiliyoruz. "Elimizin bulaşmadığı bu belaya dilimiz de bulaşmasın" tavrını doğru buluyorum" dedim. "Ama..." diye başlayarak şunları ekledim: "Halihazırda içinden geçtiğimiz bu süreçte farklı bir durum söz konusu. Ben Müslüman cemaatlerin bir çatışmaya taraf olmalarını istemiyorum. Hükümetin "Terörsüz Türkiye" adını verdiği bir süreç başlamış ve öyle anlaşılıyor ki benzeri bir kanlı dönemin bir daha yaşanmaması için toplumsal bir mutabakatın da arayışı içindedir. Kuşkusuz toplumsal mutabakat dendiği zaman ister istemez "anayasa" akla gelir. Dolayısıyla bu bağlamda hükümete fikir planında destek olmak, alternatif çıkış yolları sunmak, geleceğimiz açısından hayatî önem arz etmektedir. Eğer Müslüman cemaatler bu sürece katkıda bulunmazlarsa ileride ortaya çıkabilecek herhangi bir haksızlığa, yasal, anayasal çarpıklığa, haksızlığa itiraz etme hakları da olmaz. Kaldı ki terör örgütü, silah bırakmış, kendini feshetmiş olsa da sosyal, yasal ve düşünsel "tahkim" gerçekleştirilmezse yeniden benzer bir kanlı süreçle karşı karşıya kalmayacağımızı kimse garanti edemez. Kuşkusuz 12 Eylül darbesi ile birlikte sağ sol çatışması bir gecede bıçakla kesilmiş gibi sona erdi ve bir daha da tekrar etmedi. Dolayısıyla örgüt silah bırakır, kendini feshederse bu mesele de "şak" diye kesilir ve gündemimizden çıkar, diyemeyiz. Çünkü sağ-sol çatışması, iki bloklu dünyanın rüzgarıyla oluşmuş ve cazip sloganlarıyla gençliği kıskacına almıştı ama toplumsal bir tabanı yoktu. Çatışma imkanı kalmayınca, büsbütün ülkenin gündeminden çıkması kolay oldu. Ama son elli yıldır ülkemizi meşgul eden bu kanlı sürecin çeşitli söylemlerle, uygulamalarla oluşturduğu etnik karakterli bir toplumsal tabanı var. Kan bağının gücünü kimse yadsımamalı. Ayrıca geride bıraktığı acılar var. Bir edebiyat oluşmuş, bir aidiyet fikri yerleşmiş ve bunlar her an kışkırtılabilecek duygularla beslenmektedir halihazırda. Maazallah dünyanın gidişatı da denk gelirse vaktinde atılmamış basit adımların ceremesini çok ağır şekilde öderiz. Unutmamak gerekir, İttihat ve Terakki zihniyetinin Müslümanların etkisini kırmak için kışkırttığı milliyetçilikler, hakimiyetimizin sonunu getirmişti. Bugün meydanı boş bırakmak istemeyen Türk ve Kürt Kemalizm'i, Osmanlının akıbetine benzer bir felaketi bize yaşatabilir. O yüzden Müslüman cemaatlerin her şeyi bir kenara bırakarak bu sürece Müslümanca bir müdahalede bulunmaları İslamî, insanî ve tarihî bir zorunluluktur. Osmanlının parçalanma sürecinde atılmamış Müslümanca adımı atmak için tarih bize bir fırsat sunuyor. Üstelik o zamanın koşulları Müslümanlara toparlanma fırsatını vermemiş olması gibi bir durum da bugün söz konusu değildir. Hükümet, şimdiye kadar ki uygulamalarıyla Müslüman düşünürlere, cemaatlere fikirlerini sergilemeleri için geniş bir alan da açmış bulunuyor. Bu süreçte sessizliğin vebali büyük olur".