Silah kullanma yetkisine sahip iki kurum var: Emniyet ve Ordu...
İki kurum da, sık sık, silaha başvurur.
İki kurum da (lüzum bellediğinde) cebir ve şiddet kullanır.
İkisi de korkutucudur.
İkisi de yüreklere ürperti salar.
İkisi de, aman bizden ırak olsunlar...
İlki (yani Emniyet) “asayişi sağlamakla” görevlendirilmiştir; asayişsizlik gördüğünde, kanunun verdiği yetkiye dayanarak müdahale eder, “zorunlu hallerde” de (bu durum yasayla düzenlenmiştir), silahına başvurur.
İkincisi de, yani ordu da, lüzum halinde silahına başvurur; birincil görevi sınır güvenliğini sağlamak, düşman taarruzuna karşı ülkeyi korumaktır. Ordunun hangi hallerde silahına başvuracağı da yasayla düzenlenmiştir.
Fakat, silah kullanma yetkisine sahip iki kuruman biri olan Ordu, bazen silahını halka ve halkın seçtiklerine karşı da kullanıyor.
Darbe yapıyor.
Böylece, kanunun verdiği yetkiyi kötüye kullanmış oluyor.
Bkz. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat müdahaleleri.
Polis de zaman zaman kanunun verdiği yetkiyi kötüye kullanmıştır; çeteleşmiştir, suç örgütleri kurmuştur, “yargısız infazlar” yapmıştır, işkence suçu işlemiştir ama bunun hesabını da (bağlı ve sorumlu olduğu siyaset kurumuna) vermiştir. (En azından, hesap sorulabilmektedir.)
Ordu, yakın zamana kadar bu hesaptan hep vareste tutuldu.
Denilebilirse, ordunun müdahalesi (yani kanunun verdiği yetkiyi kötüye kullanması), “doğal ve meşru hak” sayıldı.
Nihayetinde Ordu, demokrasiyi koruyordu, anayasal düzeni güvenceye alıyordu.
Gerçi Ordu “demokrasi”yi, kendilerine “seçme hakkı” verilmiş geniş halk yığınlarına karşı koruyordu, “anayasal düzeni güvenceye alayım” derken anayasal düzeni “külliyen” ortadan kaldırıyordu, lüzumu halinde darağaçları kuruyordu ama değil mi ki “ilerici Türk aydınının” lügatında bunu adı “devrim”di, o halde halka ve halkın seçtiklerine karşı girişilmiş her hareket doğal ve meşru sayılmalıydı...
Hep böyle oldu...
Emniyet’in galebe çalması “faşizmin hortlaması” sayıldı, Ordu’nun galebe çalması sürekli “devrimi” muamelesi gördü.
İki kurumdan birini seçmek ve sevmek zorunda değiliz.
İki kurum da, yasların tayin ettiği sınırlar içinde kalmalıdır.
Fakat, ilerici Türk aydını, iki kurumdan birini, yani Ordu’yu, yukarıda sıraladığım gerekçelerle, çok sevdi.
Emniyet gericiydi.
Ordu ilerici...
Emniyet işbirlikçiydi.
Ordu yurtsever...
Bir film hatırlıyorum... Reis Çelik’in yönettiği, Berhan Şimşek’in Deniz Gezmiş rolünü oynadığı bir film.
Deniz Gezmiş kanun kaçağıdır. Bütün yurtta aranmaktadır. Bir gün, Emniyet güçleri tarafından kıstırılır ve yakalanır. Artık kurtuluş umudu kalmayan bu yiğit devrimci izlendiği yerden çıkar ve Berhan Şimşek’in bariton sesiyle şöyle seslenir: “Ben gerici polise teslim olmam. Beni teslim almaya şerefli bir Türk subayı gelsin...”
Hemen şerefli bir Türk subayı bulunur ve Deniz Gezmiş teslim olur.
Hakikatte de böyle mi olmuştur bilmiyorum ama “devrimci yönetmen” Reis Çelik bize bir şeyler söylüyor, “Türk subayının” devrimciler tarafından nasıl görüldüğünü anlatmaya çalışıyor.
Dün, sosyal medyadan, Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne yapılan roketli saldırının yankılarına baktım.
Şaşırmadım...
Şaşırtmıyorlar artık...
İsminin başına “TC” yaftası kondurmuş ne kadar yorumcu varsa, saldırıyı alkışlıyordu. (Sözcü gazetesine yazan yorumcular bunlar...)
Sadece alkışlamakla kalsalar...
En hafifi “Tayyip’in köpeği” olan binlerce küfür mesajı...
Biri çok dikkat çekiciydi: “Darısı Erdoğan’a geberir inşallah...”
Polis nefreti, yalın ve sıradan bir nefretin ötesinde, bir “duruma” işaret ediyor.
Bu, aynı zamanda, siyasal karşılığı olan bir durum...
Hani, “Gezi ruhu” deyip duruyorlardı ya...
Korkarım, Gezi ruhu dedikleri böyle bir şey...