Hürriyet’in “büyük yazarı” Yılmaz Özdil, son 10 yılda ülkeyi yönetenlerin “yapamadıkları” eserleri sıralamış.
Diyor ki özetle, “Bir Topkapı Sarayı, bir Ayasofya, bir Kapalıçarşı, bir Dolmabahçe, bir Sultanahmet, bir Galata Kulesi, bir Rumeli Hisarı yapabildiler mi? Yapa yapa Çamlıca’ya cami yapmaya niyetlendiler, o da çıka çıka Sultanahmet’in çakması çıktı.”
İyi de birader, bunları “yapamayanlar” sadece son 10 yılın yöneticileri değil ki...
Son 89 yılın yöneticileri de yapamadılar.
Yapa yapa AKM’yi yaptılar.
O da çıka çıka bir “sakalet ve habaset anıtı” çıktı; çürük diş gibi sırıtıp duruyor...
Madem “büyük yazar”la başladık, “ortanca” büyüklükteki bir diğeriyle devam edelim. Buyuruyor ki “ortanca”büyüklükteki yazarımız... Daha doğrusu, bir zamanlar buyurmuştu da, aşağıdaki cevabı almıştı.
Şöyle buyurmuştu: “Türk deyince hâlâ fesli, pala bıyıklı ve şalvarlı resimler çizen batıya, kendi elimizle peçeli kızlar göndermeyelim. Atatürk’ün ilk kaldırdığı şeydir, peçe... Onu da hiç aklımızdan çıkarmayalım.”
Tahmin ettiğiniz üzere, yazarımız, bir zamanlar (bundan 10 yıl mukaddem) “peçe”yle sahneye çıkan bir dans grubunu eleştiriyor.
Epey gürültü koparmıştı bu hadise...
Sonunda peçeli dansçılar peçelerini çıkarmışlardı da, laik Türkiye Cumhuriyeti yıkılmaktan kurtulmuştu.
Benim de merakımı mucip olmuştu:
Nedir batıcılık, batılılık yahut Türk imajı?
Fesini ve şalvarını çıkarmış, bıyığını kesmiş... Sırtında lacivert blazer.
Kravatı Hermes. Saati Rolex.
Bütün bunlar o adamın (“Modern Türk” imajına uygun) bir batılı sayılmasına yetiyor mu?
“Nedense batılılık Türkiye’de kılık-kıyafetle ilgili bir imaj olarak ortaya çıktı” diye yakınıyordu bir düşünürümüz.
Oysa, batılı ve doğulu farkı, öncelikle kafa yapısı ve reflekslerde aranmalıydı.
Örneğin, lahmacunla viski içen adam hemen yargılanıp “arabesk doğulu” damgası yiyor cennet vatanımızda. Aynı adam viskisini kabuğu ayıklanmış Antep fıstığıyla içince birdenbire batılı oluveriyor.
Batılılaşmak, batılı gibi giyinmek, batılı gibi oturup kalkmak, batılı gibi davranmaktır sanıyor hâlâ ilerici Türk aydını.
Ama iş batılı ölçüsünde üretmeye gelince işin rengi değişiyor.
Peki, “peçe uygarlığından”şeklî batıcılığa terfi etmiş (şeklî batıcılığa perestij eder hale gelmiş) bu ulusun yükselişi neden batı tarafından kabul görmüyor?
“Çünkü” diyordu düşünürümüz, “Batılı kendinden farklı olanla ilgilenmeyi seviyor. Bu yüzyıllar boyunca böyle olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’na ilgileri de bu farklılıktan kaynaklanıyordu. Batılı oryantalistlerin doğuya ilgisinin modern Türkiye’nin doğuşuyla birlikte dağılması bunun göstergesi sayılabilir. Türkiye batıyla benzeştiği ölçüde Batılı için ilginç olma özelliğini yitiriyor. Çünkü batılılar yüzyıllar boyunca kendilerini doğuluya göre tanımlamışlardı. Batı uzunca bir süre doğunun temsilcisi olarak karşısında Türk’ten başkasını görmemişti. Sonra bir gün geldi doğunun temsilcisi Türkler batılı olduklarını ilan ediverdiler. Batı uygarlığı, Türklerin önüne erişilmesi gereken ‘yüce bir hedef’ olarak konuldu.”
Ama bu hedefe Türklerin çoğunluğu ayak uyduramadı.
Uyduramazdı da...
Çünkü batıcılık, kentte ve okulda öğretilen bir “şey”di.
Ve batıcılık, aynı zamanda tarih bilincinden uzak insanlara, batı karşısında “ezik” olmayı öğreten bir disiplindi.
Ne yani, batı bizi yanlış (daha doğrusu, “doğru”) tanıyacak diye tarihimizle övünmeyelim mi?
Birtakım eserlerin “çakmalarını” üreterek geçmişimize gönderme yapmayalım mı?
Batı karşısındaki “ezik Türk” rolünü oynamaya devam mı edelim?
Ne yapalım?