Bir yazım daha havalimanına denk geldi. Fakat bu kez İstanbul'un steril, sistematik estetiğinde değil; Cidde Havalimanı'nda, hac dönüşü telaşının mahzunlukla karıştığı bir sabahın ardından...
Gecenin üçünden beri ayaktayız.
Kâbe'de kılınan son sabah namazının kalbimizde bıraktığı titreşim henüz dinmeden, telâşla ve neredeyse hoyratça yollara düşürüldük.
Henüz akşam saatlerinde kalkacak uçağımız için sabah yedide sürülür gibi havalimanına getiriliyoruz.
Sebep? Suud'un sistemsizlikleri.
Sözde kutsal beldelerin yöneticisi, fiiliyatta ise hac organizasyonunu bir baskı rejimine çevirmiş, kontrolü eziyete dönüştürmüş bir zihniyet.
Hac, elbette bir meşakkat yoludur.
Ama hac dönüşü neden bir işkenceye dönüşsün?
Bir yanda Kâbe'nin gölgesinde edilen dualar, öte yanda organize terör çetesi İsrail'in ağabeyi Trump'a serpiştirilen milyarlar...
Bir yanda mahşer provasına benzeyen Arafat, öte yanda milleti kampa çeviren Cidde Havalimanı.
İnsan, buradaki çelişkiye takılmadan edemiyor.
"Hizmet", bu coğrafyanın en çok telaffuz edilen ama en az hissedilen kelimesi.
Hey Koca Reis! Sen ne büyük adamsın!
Gelip senden hizmet nedir, devlet nedir, insan nedir, bir havalimanı nasıl yapılırmış öğrensinler!
Ama geçelim. Meselemiz ne havalimanı ne de hizmetin teknik boyutu. Bizim meselemiz insan.
Dönüyoruz.
Arınmış olarak dönüyoruz.
Hac, sadece bir ibadet değil, bir sosyolojik arınmadır.
Sadece kalbi değil, hafızayı da temizler.
Durkheim'in ifadesiyle, dinî ritüeller kolektif bir bilinç inşasının aracıdır.
Hac, bu kolektif bilinçlenmenin en yüksek mertebesidir.
Çünkü insan orada yalnızca Allah'a görünmek için soyunur; şöhretten, etiketlerden, mevkiden sıyrılır, sadeleşir, fıtratına döner.
Ancak toplumların bir hastalığı vardır. Etiketle yaşamak ve geçmişle yargılamak!
Arınmak makbul değil, susmak kutsal, kirli kalmak sistemsel bir sadakat göstergesi... Çünkü tövbe, sistemin çarkına çomak sokar.
Sosyolojik bir yanılgı olarak, insanlar birinin geçmişine baktığında onun bugününe hükmedebileceğini sanır.
Halbuki bir insanın günahına şahit olan, onun tövbesine kör olabilir.
Tıpkı görünmeyen yükleri taşımayanların, ağırlığın ne olduğunu bilmemesi gibi.
Bu bağlamda, halk arasında çokça söylenen bir söz gelir akla: "Kimseyi kınama, günahından haberin olabilir; ama tövbesinden haberin olmaz."
Sözün menşei belki meçhul, ama manası mutlak. Bu cümle hem bir manevi hakikatin hem de bir toplumsal dikkatin ifadesidir.
İhsan Fazlıoğlu'nun şu sözü burada tam yerine oturur: "Her toplum, kendi zamanını kendi kalbinin ritmine göre yaşar."
Bizim ritmimiz artık değişti.
Arafat'ta o kalbi yeniden kodladık.
O ritim artık dünya merkezli değil, ukba merkezli atıyor.
Ama toplum hâlâ eski zamanın ölçüsüyle bizi tartıyor.
Arafat'tan dönenleri eski günahların gölgesiyle tartmak, zamanla çarpılmış bir kalbin tezahürüdür.
Buradan ilan ediyoruz, Arafat'tan döndük. Tertemiziz. Pirüpakız. Arınmışız. Siz hâlâ eski defterleri açmaya kalkarsanız, bilin ki günaha değil, gönle ihanet etmiş olursunuz.
Çünkü biz burada yalnızca toprağa basmadık; arşa dokunduk. Siz hâlâ günahları konuşurken, biz artık tövbeyle yazılan kaderi konuşuyoruz.
Birini kınamadan önce aynaya değil, mahşere bak.
Orada herkes çıplak; herkes hakikatiyle...
Ve şimdi...
Cidde'den İstanbul'a dönerken sadece valizlerimizi değil, dualarımızı da taşıyoruz.
Dönüyoruz ama Gazze yerinde.
Dönüyoruz ama Madleen Gemisi açık denizde, insanlığın vicdanını taşıyor dalgaların üstünde.
Bu dualar, bu tövbeler, sadece bizim için değil. Gazze'nin çocukları için. Madleen'in yolcuları için.
İnsanlığın son kırıntısını hâlâ kaybetmemiş olanlar için.
Bir gün o duaların göğü delip yeryüzüne adalet olarak ineceği ümidiyle...
Rabbim, dualarımızı kabul et.
Ve bizi yalnızca kendine secde edenlerden kıl.