Bu hafta boyunca, 2020 Olimpiyat kararı süreci vesilesiyle de, şunu daha güçlü olarak gözlemledim; Türkiye’de muhalefet yaptığını sanan kesimlerin, hiç bir elle tutulur gelecek tahayyülü yok. Muhalefeti, sistemin her dönem görülebilecek açıklarını ve zaaflarını abartarak, çoğalmak üzerinden yapıyorlar.
İstanbul, 2020 Olimpiyatları’nı almasın; tamam peki niye; siz 2020’nin İstanbul’u metropol olarak geriye götüreceğini, işsizliği, çarpık yapılaşmayı daha da artıracağını anlatan ve tam buradan 2020’ye muhalefet eden kaç bilimsel makale gördünüz. Ya da böyle bir akıl dolu tartışma hangi TV kanalında doyurucu olarak yapıldı. 2020, İstanbul’a gelmesin istediler çünkü bunun AK Parti’ye yarayacağını düşündüler. Yine aynı şekilde, bir ekonomik kriz çıksa işinden gücünden olacağını bilen bu ‘muhalif’ kesimler, bunu göze alarak bir ekonomik kriz çıkması için yağmur duası eder gibi her gün dua ediyorlar. Bunların içlerinde biraz ekonomiden çaktığını sananlar krizin geldiğini(!) etraflarına müjdeleyen yazılar yazıyor.
ODTÜ tacizi ve faşizmin halleri
Yine, çözüm sürecinin son bulmasını hatta Kürtler’le Türklerin hiç bitmeyecek bir iç savaşa tutuşmasını sefilce arzu ediyorlar. Bunun için PKK yöneticilerinden gelen/gelecek savaş kokan her cümlenin üzerine atlıyorlar. Aynı şekilde, Suriye’deki katil rejimin ‘Türkiye’yi vururuz’ tehditlerini, İran’lı herhangi bir yetkilinin Türkiye’yi tehdit etmesini sevinçle servis ediyorlar, sosyal medyada yayıyorlar. Adeta bir memleket ve halk düşmanlığına dönüşen bu sosyal-psikopatlık hali giderek yayılıyor.
Bu durum, aynı zamanda hızlı bir ötekileştirme ve düşmanlaştırma haline de tekabül ediyor. ODTÜ’deki faşist taciz bunun en somut göstergesidir ve bunun giderek çoğalmakta olduğunu görüyoruz. Faşizmi var eden ötekileştirme, toplumsal bir süreçtir ve bir çok veçhesi vardır ancak bu veçheler çoğu kere iç içe geçen bir çoğalmaya ve bunu bağlı kutuplaşmaya yol açar. Örneğin bu veçhelerden biri ırkçı siyasettir. İkincisi ulusal olan olmayan ayrımı üzerinden gayri ‘milli’ unsurları tecrit etme, sindirme -ayrımcı- siyasetidir. Bu gayri ‘milli’ unsurlar, ulus bütünlüğünü bozacak dini semboller kullanan, dini bir yaşam biçimini-ulus bütünlüğünden ayrı olarak- öne çıkartan çevreler de olabilir.
Bu tecrit etme, baskılama, aynı zamanda, ülkeyi iç savaşla tehdit ederek, demokratik süreçleri engelller. Tabii ki en belirgin olan da sınıfsal tepkidir. ‘Aşağıdakilerin’ yukarıdakilere yaklaştığı, onların egemenlik alanlarına girdiği her durum faşist sosyal-psikopatlık halinin ortaya çıkmasına yol açar. Onların gittiği alışveriş merkezlerine, üniversitelere, onların deyimiyle ‘sıradan’ halkın karışması hır çıkması için yeter.
Halkın sığınağı, halkın dini...
Türkiye’deki elit, seçkinci kesimlerin ve onların şimdiye kadar ki, ekonomik ve siyasi iktadarının somut ifadesi olan geleneksel tekelci sermaye ağırlıklı oligarşinin İslam düşmanlığı özünde, faşizmin bu çok bilinen temel başlıklarına dayanır. Çünkü İslam, bu topraklarda seçkinci elitlerin değil, halkın sığındığı, acılarını anlattığı, kendini bulduğu ve bulduğu ölçüde de insanlaşıp, toplumsallaştığı bir dindir. Bunun için aslında duydukları ve Türkiye düşmanlığına dönüşen AK Parti düşmanlığı, kendilerine göre ‘aşağıdan’ olan halkın sığındığı ve tercih ettiği dine düşmanlıktır; dolayısıyla özünde halk düşmanlığıdır.
Faşizm ve faşizmin ideolojisi acımasızdır ve bu acımasızlığı insan aklı, vicdani ile açıklayamazsınız. Mesela bunun için Reyhanlı gibi bir saldırıyı arzu edebilirler, hatta bunu örgütlenmesine de göz yumabilirler. Balyoz iddianamesine bakın... 12 Eylül öncesine ve sonrasına bakın... Şimdi Mısır’a bakın...
Faşistleşme süreci ve siyasi sefalet
Ancak bu delirme (siyasi olarak da faşistleşerek sefilleşme halinin) tabii ki ekonomik ve siyasi arka planı ve temelleri var. Bu sefil muhalefet etme hali, bize gösteriyor ki, -ne yazık ki- bu, belki de muhalefet edenlerin bir çoğunun siyasi kimliğinden ve niyetinden bağımsız olarak, bir faşizme gidiş ve faşizmi isteme hali-sürecidir. N. Poulantzas, faşistleşme sürecini dört başlıkta ele alır, a) sürecin başlangıcından geri dönülmez noktaya kadar olan dönem b) dönüşsüzlük noktası ve faşizmin iktidarı dönemi c) faşizmin ilk dönemi d) faşizmin stabilizasyon dönemi... Türkiye’de, tıpkı Mısır’da olduğu gibi, iç savaşla ya da iç savaş tehdidiyle örülmüş bir faşist dönem isteyen güçler, şüphesiz ki şu an ‘geri dönüşsüz’ bir noktaya bizi getirmek istiyorlar.
İçerisi... Dışarısı...
Bunun için iç ve dış konjoktürün müsait olduğunu düşüyorlar. İçeride, eski kontrol gücünü geri isteyen, Türkiye’yi yeniden yüksek faiz, çarpık finansal büyüme, borçlanma, dışarıya kaynak aktarma cenderesine sokmak isteyen gerici tekelci sermayenin bu isteğinin ve iradesinin farkındalar. Bunun için Kürt barışını sona erdirmek istiyorlar.
Yani bütün bu faşist tacizlerin arkasında tabii ki faşizmin babası tekelci sermaye var. Dışarıda ise, başta ABD’deki neocon yapılarının, Fed eliyle, parasal cambazlıklar oluşturarak krizi, Türkiye gibi ülkelerin üzerine yıkma operasyonunu kullanmaya hazırlanıyorlar. Krizi, gelişmiş dünyadan alıp, gelişmekte olanlara, yani doğu ve güneye yıkma operasyonu G-20’de ele alındı. Gelişmekte olan ülkeler bunun farkında ve bu konuda ortak Kalkınma Bankası’ndan, swap anlaşmalarına değin bir çok önlem konuşuldu. Türkiye burada daha yapıcı ve aktif bir rol üstlenmeli.
Tabii son olarak, önümüzdeki günlerde başlayacak Suriye operasyonun bir Ortadoğu savaşına dönüşeceğini umuyorlar ve bu savaştan Esad, Maliki, Sisi gibilerin galip çıkacağını, Türkiye’nin zor durumda kalacağını umuyorlar. CHP bunun için bu eli kanlı, atanmış diktatörleri turluyor, durmadan.
Sonuçta bu, muhalefet falan değildir, halk düşmanlığıdır, faşizmin sefaletidir. Tabii ki yenilecek, daha fazla sefil olmayın...