Türkiye’nin kendi içindeki her hareketliliği, bir şekilde bölgesel ve küresel ölçekteki ilgileri üzerinden okumak yanıltıcı olabilir. Ancak Gezi Parkı adı altında başlayan olaylar zincirinin, hem bu ilgileri kırmaya, hem de Türkiye’nni rotasını değiştirmeye dönük olduğu çok açık.
Siz bu satırları okuduğunuz sırada, tarihler 12 Eylül’ü gösteriyor olacak. Bir başka ifadeyle, malum askeri darbenin üzerinden tam 33 yıl geçmiş. Darbeyi burada hatırlatmamın nedeni, sadece yıl dönümü değil. Yakın tarihte Türkiye’ye bir rota çizmek isteyenlerin en büyük girişimlerinden birisi olarak bugünü hala etkiliyor ve belirliyor olması.
12 Eylül darbesi, sıradan bir girişim ya da operasyon olmadığı gibi, hem uluslararası ölçekte iyi planlanmış bir senaryonun parçası, hem de uzun soluklu etkisi hesaplanmış bir kurgunun parçası olarak görünüyor. Aksini düşünenler, bu darbenin anayasasından tutun da kurumlarına kadar pekçok başlığı/yükü hala neden sırtımızda taşıdığımızın cevabını da vermeli.
Alınan mesafeleri yok saymak, özellikle de son yılların getirdiği değişimi hafife almak niyetinde değilim elbette. Ama bu darbe, Türkiye’nin hangi alanda nasıl bir duruş sergileyeceğinden tutun da, bunun iç dengelerde nasıl bir karşılık oluşturacağına kadar kapsamlı bir planın uzantası olsa gerek. Bunu darbeyi gerçekleştiren üç beş komutan üzerinden okumak sözkonusu bile olamaz. Ama daha sonraki dönemde Türkiye’nin içine girdiği koridorların ve uyguladığı politikaların, darbenin anatomisi üzerinde fikir verebileceği çok açık.
12 Eylül’ün kodları, Soğuk Savaş döneminden kısa zaman sonra çıkılacağı ve yeni bir dünyanın kurulacağına dair ciddi ipuçları barındırıyor. Böyle bir dünyada Türkiye’ye biçilen rol, sınırlı bir dönüştürücülük ve bunun getirdiği nimetler üzerinden yine aynı sınırları koruyan bir paylaşım olsa gerek.
Aradan geçen otuz küsur yıllık zaman içinde ülkemizdeki dengeler sadece değişmiş gibi göründü. Oysa değişen sadece aktörlerdi, genel politikalarda neredeyse ciddi bir sapma olmadı. Devlet, sadece değişim sürecini kontrol altında tutmak için aktörleri dönüşümlü olarak sahaya sürdü. İnişler çıkışlar bunun ifadesiydi.
Oysa tam da bu günlerde konuşmamız gereken, Türkiye’nin belirlenen rotalardan çıkıp kendisine yol arama çabasının ortaya çıkardığı maliyetler olmalı. Bu maliyetleri, elbette demokratik düzenin devamı, istikrar ve benzeri başlıklar üzerinden konuşmak mümkün, hatta gerekli. Ama kesinlikle yetersiz.
Şu sıralarda rengi giderek tehlikeli bir tona bürünen ve sokaklara yayılmak istenen hareketlilikler, gerçekten Türkiye’nin daha demokrat, daha istikrarlı bir ülke olmasını mı hedefliyor? İstanbul’un sahte aristokratlarından sonradan olma beyazlarına kadar herkesin sıraya girip perde arkasından destekleyip el ovuşturduğu bu hareketlilik, görünürde siyasi iktidarı değiştirmeye, gerçekte ise Türkiye’yi hizaya getirmeye dönük bir çabanın ifadesi.
Olan bu ülkenin çocuklarına, onların canlarına ve kanlı gözyaşı döken ailelere oluyor elbette. Keşke onlara çocuklarını bu sahneye sürenlerin gerçek niyetini anlatabilmek mümkün olsaydı. Keşke bunun daha fazla barış ve adalet getirmeyeceğini anlatabilmek mümkün olsaydı.
Belki bunun için yapılması gereken, nasıl bir Türkiye’nin hem kendi içinde, hem de bölgesinde barışa katkı sağlayacağını, Gezi ve benzeri operasyonların bunu vurmaya dönük olduğunu anlatabilmek.
Bıkmadan, sabırla ve ayrım gözetmeksizin herkese. Bunu çok ihtiyacımız var.