29 Nisan 2024 Pazartesi / 21 Sevval 1445

Her taşta ayrı bir hikaye

“Taşı toprağı altın” derler İstanbul için. Sadece altına odaklanan gönüller, bilmezler ki o taşın altında ne hikayelerin barındığını. Ramazan ayında İstanbul’un camilerini gezip, hikayelerini anlatan Lokman Dağ ile buluşup, Bir Mani Bir Cami programının detaylarını konuştuk.

BÜŞRA UĞRAŞ10 Haziran 2017 Cumartesi 07:00 - Güncelleme:
Her taşta  ayrı bir hikaye

Dünyanın en güzel şehirlerinden biri olan İstanbul’u ne kadar tanıyoruz? Tarihimizin ne kadarını biliyoruz? Neredeyse hiç. Ramazan kendi geçmişimize bir yolculuk yapmamıza da vesile oldu. 360 kanalında yayınlanan Bir Mani Bir Cami adlı programının sunucusu Lokman Dağ ile derin bir sohbete daldık. Programında padişahlar ve ailelerinin yaptırdığı büyük camileri gezip hikâyelerini anlatan Dağ, en çok etkilendiklerini bizlere de aktardı. “Yaptığım her program bana ayrı bir şey öğretiyor ancak camiler apayrı bir dünyaya sürükledi. Bu programı sunmak çok keyifli, camilerin tarihini, manevi bütünlüklerini kalbimde hissediyorum. Her caminin kendine has bir gizemi var” diyen sunucudan dinlediğimiz birkaç öyküyü sizler de okuyun istedik...

Mimarı Bulabilirsin Ama Sinan’ı Bulamazsın

Kendisini en çok etkileyen camilerden bahsederken Süleymaniye Camii’nin tarihine vurgu yapan sunucu Lokman Dağ “İstanbul’daki camilerin hepsi özel ama Süleymaniye Camii bana göre tam bir başyapıt. ‘Mimarı bulabilirsin ama Sinan’ı bulamazsın. Sinan’ı bulsan da Süleyman’ı bulamazsın’ diye bir söz var. Gerçekten de öyle. Kanuni Sultan Süleyman ve Mimar Sinan bir arada. Bu yapı Osmanlı İmparatorluğu’nun en kudretli dönemlerinden birinde inşa edildi. Bu caminin her yapı taşı ayrı bir hikaye barındırıyor. Mimar Sinan’ın hepimizin bildiği bir nargile hikayesi vardır. Cami henüz inşaat halindeyken ses sistemini ayarlayabilmek için caminin orta yerinde nargile tüttürür ama nargilede aslında tütün yoktur. Ve hepimizin bildiği gibi Süleymaniye Camii muhteşem bir eko sistemine sahiptir. Bunun yanında Mimar Sinan başka bir sistem daha kurmuştu caminin içine; bildiğiniz gibi o dönem elektrik yok ve cami kandiller ve mumlarla aydınlanıyor. Koca Sinan mum ve kandillerin isleri duvarları kirletmesin diye, hava sirkülasyonu için bir sistem kurmuş ve üst kısma sisin toplanması için sis odası inşa edilmiş. Ancak bununla da bitmiyor. Sisler duvara yapışıp, kalınlaştıkça malalarla toplanıyor, havanda dövülüyor ve o sislerle el yazması Kur’an-ı Kerim’ler yapılıyor. Mimar Sinan her ayrıntıyı düşünebilen muhteşem bir adamdı. Öte yandan Süleymaniye Camii’nin yapımı yaklaşık bir buçuk yıl sürmüş. Bunu duyan İran Şahı büyük bir sandıkla Kanuni Sultan Süleyman’a maddi yardım gönderir ve “Duydum ki paranız bitmiş, inşaatı durdurmuşsunuz, size gönderdiğim yardımla camiyi ihya edin” diye haber salar. Kendince imparatorluğu ve Kanuni’yi aşağılamaya çalışmaktadır. Kanuni Sultan Süleyman bu harekete karşılık olarak o paraları un ufak ettirir ve o esnada yapımı süren minarenin harcına karıştırır. Ve derler ki eğer güneşli bir günde Süleymaniye Camii’ne giderseniz o dört minarenin bir tanesini, Cevahir minaresini diğerlerinden ayırabilirsiniz. Çünkü gerçekten ışıl ışıl parlar.”

ADALET PADİŞAHTAN ÜSTÜNDÜR

Bir rivayet var; Fatih Sultan Mehmet kendi adına bir cami yaptırmaya karar verir. Camiyi inşa etme görevini de Atik Sinan’a verir. Ancak cami bittikten sonra Fatih Sultan Mehmet camiyi beğenmez, özensiz bulur ve ani bir öfkeyle Atik Sinan’ın kolunu kestirir. Bunun üzerine Atik Sinan da yapılanın haksızlık olduğunu söyler ve dönemin kadısına gidip padişahı şikâyet eder. Kadı Fatih Sultan Mehmet’i huzuruna bir padişah olarak değil ‘Murat oğlu Mehmet’ olarak çağırır. Tarafları dinleyen kadı Fatih’in de kolunun kesilmesi yönünde bir karar verir. Şöyle düşünün padişahı huzuruna çağıran bir kadı, yani kendi memuru. Onu şikâyet eden de yine kendi mimarı. Buna rağmen Fatih kadının kararına saygı duyuyor ve kabul ediyor kolunun kesilmesine. Bu esnada devletin ileri gelenleri devreye giriyor ve Atik Sinan’ı davasından vazgeçmeye ikna ediyorlar. Kesinliği kanıtlanmamış olsa da bu hikaye bize Osmanlı İmparatorluğu’nda ne olursa olsun hukuk ve adaletin her şeyin, herkesin üstünde olduğunu gösteriyor.

DENİZE İNŞAA EDİLEN İLK CAMİ

Karaköy’deki Kılıçali Paşa Camii’ni hepimiz biliriz. Ama o caminin neden orada olduğunu pek çoğumuz merak edip sorgulamayız. Kitabelerini de okuyamadığımız için gözümüzün önündeki tarihi gerçekleri unutuyoruz zamanla. Hikayenin aslı şu ki Kılıç Ali Paşa dönemin önemli kaptan-ı deryalarından biridir. Bir cami yaptırmak ister ve bir cami yaptırmak için izin ister, dönemin padişahı da ona ‘Sen bir kaptan-ı deryasın, camiyi git denize yap’ der. Paşa denize nasıl cami yapacağını düşünüyor ve sonunda denizi doldurmaya karar veriyor. Büyük bir harfiyat ile denizi dolduruyor, tabii bu padişahın kulağına gidiyor. Padişah latife ettiğini gerçekten denize bir cami yapılmasını emretmediğini söylese de Paşa Camii’nin inşatını tamamlattırıyor. Kılıçali Paşa Camii tarihimizde denize inşa edilen ilk yapıdır.

OSMANLI İSTANBUL’UN GEÇMİŞİNE SAYGI DUYDU

İstanbul’daki büyük camilerin yanı sıra geri planda kalmış yapılarının da anlatılması gerektiğini vurgulayan Dağ, favorilerini anlatıyor: “Hemen Sultanahmet Meydanı’nın alt kısmında yer alan Küçük Ayasofya Camii muazzam bir yapı. Eski bir kilise ama yine Mimar Sinan tarafından camiye çevriliyor. Bu eser ibadethane olmasının yanı sıra İstanbul’un ilk yapılarından biri olarak kabul ediliyor. Caminin içinde pek kimsenin bilmediği ama kesinlikle görülmesi gerektiğini düşündüğüm bir yer var; içindeki bir kolonun altındaki halıyı kaldırdığınızda eski papazların ibadet etmek için gittiği mahrem odalarını görürsünüz. O kısmı Vakıflar Genel Müdürlüğümüz koruma altına almış durumda.  Aynı zamanda şunun da farkına varıyorsunuz; Osmanlı Devleti İstanbul’a geldikten sonra, kiliseleri camilere dönüştürürken bile yakmadan, yıkmadan, saygı göstererek yapmıştır tüm bunları. İmparatorluğun yüceliğini bir kez daha anlıyorsunuz burası, kesinlikle görülmesi gereken bir yer. Yine aynı şekilde Karaköy’de bulunan Arap Camii var. O da bir kiliseden devşirilmiş, hâlâ önünde çanı duruyor ama bir yandan da içerisinde İstanbul’un fethine katılan sahabelerin türbelerini görebilirsiniz. 

ÖYLE BİR RÜYA GÖRÜR Kİ...

Sultan Ahmet Osmanlı’nın 14’üncü padişahıdır ve tahtta yalnızca 14 yıl kalır. Sultanahmet Camii’ni yaptırırken de hep ‘Allah’ım bu caminin cemaati bol olsun’ diye dua eder. Çünkü yapının tam karşısında Osmanlı’da en önemli sayılan mabedlerden biri olan Ayasofya Camii vardır. İnşaat bittikten sonra padişah görür ki caminin cemati az. Bunu arttırmak için Memluk sultanlarından Kayıtbay’ın türbesinden Peygamber Efendimiz’in ayak izlerinden birini İstanbul’a getirir bu camide sergiler. Ancak bir gece bir rüya görür; türbenin sahibi tübesindeki ayak izini aldığı için Sultan Ahmet’ten şikayetçi olduğunu söyler ve Peygamber Efendimiz de bu ayak izinin yerine geri götürülmesi gerektiğini buyurur. Bu rüyadan çok etkilenen Sultan Ahmet Peygamber Efendimiz’in ayak izini hemen yerine geri gönderir. Biliyorsunuz Sultan Ahmet Camii’nin çinileri mavidir ama hemen mihrabın yanında kahverengi bir mermer vardır. İşte o mermer ayak izleri kaldırıldıktan sonra 

oraya konan mermerlerdir.