10 Mayıs 2024 Cuma / 3 Zilkade 1445

Yirmi yıl sonra... Birlikte bir şey yapmak mümkün

28 Şubat Postmodern darbesi ile geçmişte ve bugün yaşanmaya devam eden pek çok hikâye var. Peki 20 yıl önce birbirlerine karşıt cephelerde konumlandırılan bu ülkenin kadınları şimdi nasıl bakıyorlar geçmişe, bugüne ve ‘öteki’ dediğine... Merak ettik, yasaklayan ve yasaklananın yıllar sonra yolları kesiştiğinde ortaya çıkan tabloyu konuşmaya çalıştık. 20 yıl sonra hâlâ kendi kimlikleri ile konuşamamalarının nedeni ise sürecin bitmediğinin en somut göstergesi... 

ZEYNEP TÜRKOĞLU2 Mart 2019 Cumartesi 07:00 - Güncelleme:
Yirmi yıl sonra... Birlikte bir şey yapmak mümkün

İki kadın. Biri talebe, diğeri hoca. Ayrı noktalardan, karşı saflardan birbirlerine bakarak geçirdikleri uzun yıllardan sonra, hayatı çeşitlendirerek, farklı konularda aynı yöne bakabildiklerini görmüşler. Biri 28 Şubat’ı ikna odalarından geçerek yaşamış, diğeri “Bir şeyler oluyordu ama tam da bilmiyordum, neydi etkisi…” diyor. Şimdi ortak çalışma yürütecek, beraber özel hayatlarında da görüşecek kadar birbirinin gözünden görebiliyorlar. Onlarla buluştum. Normalde ben sorarım, karşımdaki cevaplar. Elbette o kısmı da var, ama daha çok üçlü bir keşif sohbeti oldu. 90’lardan bugüne, 28 Şubat’tan, güncele ve yarının neleri mümkün kılabileceğine kadar geniş bir alanda gezindik. Kişi olarak değil, yolculuk olarak anlamlı geliyor hikâyeleri. O yüzden bu gerçek birlikteliği olduğu gibi, fakat isimlere odaklanmadan ele aldık. 

Derya’nın dünyası… 

Ben onu Derya diye kodlayacağım. Çünkü gerçek bir kişi olmakla birlikte bir karakteri, bir hikâyeyi de anlatıyor. 

İzmirli. 16 yaşındayken, liseye devam ederken ailesinin dünyasında böyle alışkanlık olmadığı halde başını örtme kararı almış. Başta babası olmak üzere yakın çevresinden çok sert bir tepkiyle karşılaşmış. Üniversiteyi okumak için İstanbul’a gelmiş. Yine aileden müthiş bir karşı çıkış. Dini gruplar büyük bir tehlike olarak görülüyor. Haberlerde sürekli bu var. Öte yandan devletle başörtülü kadının kavgasının sertleştiği bir dönem. Sonuçta geliyor, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne öğrenci oluyor. Sonra 28 Şubat, sonra ikna odası, sonra kamerayı kurmuş bir adam, sonra “Biz asılız, biz istemeden bir şey olamaz” diyen Türkan Saylan ve Nur Serter. Gerisini onun dilinden aktarıyorum. 

“Kamerayla kayda alıp, sonunda bir kağıda imza attırmaya çalışıyorlar. Filmlerdeki gibi, iyi polis-kötü polisi oynuyorlar. Saylan sert, yüklendikçe yükleniyor, Serter daha yumuşak, “Yavrum bak, seni ailen ne güçlüklerle Anadolu’dan buraya yolladı, onların emeklerini boşa mı çıkaracaksın, diplomasız mı döneceksin evine?” diyor. Damardan konuşuyor. İkişerli alıyorlar bizi karşılarına. Ben daha serttim. Yanımdaki arkadaş bu sözlerinden çok etkilendi. Sonunda ağlayarak başındaki örtüyü yavaş yavaş çekmeye başladı. Öyle bir yerden konuşuyorlardı ki. Ben ‘Sakın ağlama. Ne yapacaksan yap, ama ağlama. İster başındaki örtüyle kalırsın, istersen tercihini başka türlü kullanırsın. Ama sakın ağlama!’ diye bağırdım. Buz kesti bir an. Sonra beni karga tulumba odadan attılar. Dışarıda bekleyenler bağırdığımı görünce slogan atmaya başladılar. Disiplin cezasıyla uzaklaştırıldım.” 

Derya bir başka okula geçiş yapıyor. Sonra Türkiye’de eğitimini sürdürme imkânı kalmayınca yurt dışına çıkıyor. Bu arada evleniyor, bir çocuğu oluyor ve boşanıyor. Her şey hızlı ve sert geçiyor aslında. Sonra tekrar Türkiye. Ve bütün bu hızın içinde aslında çok geç gelen bir “kamusal alan” meselesi. Ne lütuf, ne imtiyaz olan, sadece sıradan bir vatandaşlık ortalamasına güç bela otuzlarının ortasında çıkabildiği; kamusal alan! Ne yaşadığının farkında. Kimsenin onun yaşadığı fiziki ve duygusal engelleri yaşamasını istemiyor. Şimdi doktorasını bitirmeye çalışıyor. Tez danışmanı hocası, bir vakitler Derya’yı “öteki” olarak algılayan zümreye mensup. Buradan Deniz’ya geçelim. 

Deniz’in dünyası… 

Deniz de gerçek kişi, ama o da bir karaktere, bir hikâyeye tekabül ediyor. Bir “beyaz”. Kolejli. Ulusalcı. Evlilik, ayrılık yaşamış. Evladı var. Kendi görünüşüne ve görüşüne benzer insanlarla çevrili bir dünyası olmuş çoğunlukla. Özel sektörde de, akademide de çalışmış. Mesleğinde prensip sahibi.  28 Şubat’ın özellikle bir kadın için ne demek olduğunu, yaşandığı vakit çok anlayamamış. Şimdi, başörtülü Müslüman kadınlarla teması oldukça, onlardan dinledikçe farkına varıyor. Bazı şeyleri üzerine düşündükçe, “Şundan kaynaklandı bu uzaklık herhalde” diye tahlil ediyor. Geçmiş dönemde bir kadının kendi rızasıyla başını örtmesinin mümkün olabileceğini hesaba katmadığından, hak ihlalini başörtülünün hayattan engellenmesi olarak görmemiş. Tersine başörtüsünün kendisi bir kadın hakkı ihlali olmuş onun gözünde. Çünkü gerek Cumhuriyetin resmi ideolojisi, gerek onun seçkin çevresi, gerek oradan çıkan anlayışla yayın yapan medya, hep buradan bakıyor ‘dindar kadın’a. Çünkü Batı modernizmi, dünyanın kalanına nizamat verirken, onun iç uzantıları da bu görevi benimseyip, memleketi din dogmasından kurtarmaya memur oluyor. Ve oradan bakınca, dindar başörtülü kadın, erkek ve din baskısından kurtarılması gereken, iradesiz bir canlı olarak görünüyor. İşte Deniz “Zaten kamuda yoktunuz, varlığınızı bilmiyordum” derken, kendi gerçekliği içinde bir “modernleşme” anlayışını hatırlatıyor. Orijinalitesi ise şu, -ki başka örnekleri de elbette ve inşallah vardır- mensubu bulunduğu zümrenin, edindiği kültürel  kodların içinden bakarak “öteki” dediğinin körlüğünden çıkmış. Kendi olmaya devam ediyor. Aidiyetinde bir değişiklik yok. Ama görmediği veya yok saydığı-sandığı kişilerin varlığını tanımış. Mesela Derya’nın ikna odası hatıraları, onu hayli incitiyor. Tabii artık üzüntü de bir yerden sonra nostaljik bir şey. Ya sonra? Sonrası; “Sen sen olarak, ben ben olarak bir şeyler yapmak mümkün”. Tanımadığı bir dünyayı tanımış, oradan gelen bir kadınla akademik çalışmalar yapıyor, ona danışmanlık ediyor; “Ben umutluyum çocuklar. Bu birliktelikler, çalışma alanları çoğalırsa olur. Hukukun açtığı yolu, kültürel alan ancak bir iki nesille yerine oturtur.” 

“Derya mağdur edebiyatı yapmadı. Ben de mağdura sahip çıkan kahramanı oynamıyorum…” 

Deniz: İnsanı kültüre eden faktörler var. Bunların en başında aileniz var. İçine doğduğunuz coğrafya, gittiğimiz okullar, çalıştığımız iş yeri var. Medya var. Bunları üst üste koyduğunuz zaman zaten, insan öyle şekilleniyor. Bunun dışına çıkan kişiler yok mudur? Veya bu süreç içinde, dediğin gibi böyle giderken, eğimini bu tarafa doğru… Öyle bir okula gider, öyle bir kurumda çalışmaya başlar ki, başka bir dünyaya gözlerini açar ve ona cazip gelir. O dünya muhafazakâr bir dünya da olabilir, liberal de olabilir. Ona göre bir yön değiştirebilir insanlar. Ama kültüre ediliş biçimimize baktığımız zaman ihtimal ki bize öğretilenlerle (nasıl söylemeliyiz bilemiyorum, biz-siz farklılığını ayrımcılık yapmadan nasıl anlatabiliriz?) size öğretilenler ve rol modellerimiz farklı olduğu için, iki ayrı kadın dünyası oluştu muhtemelen. Şu an tekrar birleşmeye başladık. Nasıl? Bu birleşme tamamlandı mı? Hayır. Ama temas etmek çok önemli. Nasıl temas ediyoruz?  Kamusal alanda. Tanımaya ve varlığınızı kabul etmeye başladık. Eskiden de seçimlerimizi öyle yapıyorduk. Kendimiz gibi kadınlarla görüşüyorduk. Hepimiz aynı şeyi yapıyorduk belki. Belki sosyal medya da çok önemli. Ben nasıl senin hayatını bileceğim, sen nasıl benim hayatımı bileceksin evime girmeden. Bize anlatılan kült hikâyelere inanıyorduk. Biz ayrı yerlerde kültüre edilip, en tepede nerede karşılaştık? Okulda! Eğer ki doktora programına ‘türbanlı’ öğrenci kabul edilmeseydi hiç karşılaşmayacaktık. 

Derya: Eğer biri bana ‘sen iletişimde doktora yapacaksın’ dese dalga geçiyorlar benimle derdim. Benim de cam tavanım bu okuldu çünkü. Burada bana doktora yaptırmazlar. 

Deniz: Ama bu da kişiyle ilgili. Hayatım boyunca çok doktora ve doçentlik jürisine girdim. Hiç kimseyi ideolojisi ve cinsiyeti nedeniyle ayırt etmedim. Benim aklıma sizin böyle kültüre olabileceğiniz hiç gelmedi. Çünkü biz din ve milliyeti dogma kabul eden anlayışla yetiştirildik. Dogmatik bir aklın da demokrat olabileceği ve eleştirel düşünceyi benimseyebileceğini hiç düşünmedim. Ha, temas etseydim, bunu belki 40 yaşında değil de 20 yaşında öğrenirdim. Ama ben 20 yaşındayken burası da 1990’lardı zaten. Üstelik Batılı yaşam pratiklerinin çok güçlü olduğu bir bölgede yaşıyordum. Benim hikâyemde böyle oldu. Senin hikâyende nasıl oldu? 

Derya: Hocam orası biraz karışık. Hani dediniz ya, erken yaşabilirdim bir araya gelme noktasını. İşte ben onu hayli erken yaşadım. Benimki de sosyal demokrat bir aile. Ben de kendimi örtünmeden önce çok da farklı düşünmüyordum. Örtülü birileriyle temas olmadığından, kendim örtünene kadar, örtünün problem olup olmayacağını düşünmemiştim. Örtününce babam ve ailesi –anne tarafı biraz daha bu konulara karışmayan tiplerdi- bunu kendi başıma tercih etmiş olabileceğimi düşünmedi. Birilerinden etkilendiğimi, hatta ergenliğin isyan dalgasıyla bunu yaptığımı düşünüyorlardı. O çatışma derinleştikçe mutsuz olduğumu gördüler. Bu sefer ailem ‘ne yapıyorsan yap’ çizgisine geldi ama bunu elde edebilmem için de çok mücadele etmem gerekti. 16 yaşımda örtündüm. 25 yaşıma kadar ancak rüştümü ispat edebildim. 90’ları bilenler hatırlar, babama gelip “Senin kız, Karases’e üye olmuş olabilir.” diyorlardı. Bir Fadime Şahin olayı var. Stereo tipler üzerinden resmi ideolojinin çok ciddi haber üretmesi var. Kalkancı olayları var. Ben o şartlarda ‘İstanbul’a gideceğim’ diye tutturuyorum. Onların da kaygıları gelişti. Ama babam beni 90’ların ortasında, çatışmanın ciddi manada görünür olduğu bir zamanda İstanbul’a üniversiteye yollamış biri. Şimdi bakıyoruz. Bir birlikte yaşama pratiği geliştirebiliriz. Bunu gördük. Hocamla seyahat ediyoruz, sadece çalışmak için değil, özel hayatımızda da vakit geçiriyoruz. Ama beni sizinle tanıştırdıklarında bir çekincem vardı doğrusu. 

Deniz: Var mıydı? Onu merak ediyorum. Hani soruyorum ya “Biz nasıl algılanıyoruz” diye. Oradaki derdim o… 

Derya: Şuydu. Bizim de bir öğrenilmiş çaresizliğimiz, cam tavanımız var. Benim bir ikna odası geçmişim var. 

Deniz: Mesela ben bunların hiçbirini bilmiyordum. 

Zeynep: Sizi böyle karşılıklı konuşturmak güzel ama araya gireceğim; söylediğin bir şey vardı ki, o benim de arada hissettiğim bir duygudur. Bir yorgunluk. Bir kendini anlatma çabası.  

Derya: Protest bir kimlik ediniyorsun. Çok yakın geçmişte bir şey oldu. Hayvanseverim ve bu ortak payda olarak önemli bir şey benim için. Yem almak için girdim bir yere. Gittiğim yerde hemen sohbet etmeye başlayabilirim. Konuşurken hanımefendi dedi ki bana, eliyle başımı işaret ederek “Bunalmıyor musunuz?” Hayır, dedim. Ben uzatmadım ama o kararlı, deşmeye çalışıyor, devam etti, “Böylesin ama öyle düşünmüyorsun değil mi?” İster istemez içindeki amazon bir anda kılıçlarını çıkarıyor. Yılların bir birikmişliği var. “Böyleyim ve böyle düşünüyorum.” dedim. Bunun başka bir açıklaması olabilir mi? Bu, eşitsiz yaklaşım, bu daha konuşmaya başlamadan kaşelenmek işte Hocam. 

Deniz: Ama mesela benim hiçbir zaman böyle bir hikayem yok. Kadının kendi densizliği. 

Zeynep: Doğru ama çok rastlıyoruz.  

Deniz: Hiçbir zaman benim aklıma böyle bir soru sormak gelmedi. Ben de şunu düşünüyordum. Kendi tercih etmemiştir. Etkilenmiştir. Veya zorlanmıştır buna. Ama eğer düşündüğüm gibiyse, benim bununla yüzleşmem, karşımdakini acıtmaktan başka bir şeye yaramaz. 

Zeynep: Mutlu da olabilir, bir kadının kendi tercihidir. 

Deniz: Yani varsay ki değil. Yine de olmaz. Mahrem bu. O bana anlatırsa anlatır, niye zorlayayım ki? 

Derya: Zaten sorun, resmi ideolojinin, ‘Bunlar buna zorlanmışlardır, müdahale edeyim’ demesi… 

“Hukukun açtığı yolu, kültürel alan ancak bir iki nesille yerine oturtur.” 

Bizi buluşturacak bir zemin hep vardır  

Yaşam tarzları, yetiştiği çevreler, zihinlerine kazınan kabuller farklı olsa da bu ülkenin kadınları benzer aslında birbirine... Evet aynı değillerdir, belki akla, kara kadar uzaktırlar. Ama onları buluşturan gri bir zemin hep vardır. Bazen annelik, bazen bir kedinin derdi, bazen vicdanı sızlatan bir yaraya aynı acıyla ‘hayır’ diyebilmek yanyana getirir onları. 

Yirmi yıl önce ‘öteki’ diye işaretlenip  karşı karşıya getirilen kadınlar da bugün  telafisi mümkün olmayan ‘acı’ların hesaplaşmasına girişmek yerine bu gecikmiş tanışmanın imkanları üzerine kafa yoruyorlar. Zira bu ülkenin çok güçlü bir kadın potansiyeli var. Farklı renklerde, tonlarda, mahallelerdeki bu enerji açığa çıkarılabilirse Türkiye çok başka bir geleceğe uyanacak belki de. 

“Sen sen olarak, ben ben olarak bir şeyler yapmak mümkün”. Tanımadığı bir dünyayı tanımış, oradan gelen bir kadınla akademik çalışmalar yapıyor, ona danışmanlık ediyor; “Ben umutluyum çocuklar. Bu birliktelikler, çalışma alanları çoğalırsa olur. Hukukun açtığı yolu, kültürel alan ancak bir iki nesille yerine oturtur.” 

YAKINLAŞMAMIZ STATÜKOCULAR İÇİN BÜYÜK TEHDİT

Zeynep: Bir başka mesele de o resmi ideolojinin, norm olarak belirlediği formun dışındaki bütün kalıpları arıza olarak görmesi. O yüzden başını örten kadının eğitim hakkını elinden almayı hiç garipsemiyor.  

Deniz: Çeşitliliğin kabulü de post-modern dönemde geliyor. Az önce iki şey saydık, hukuk çerçevesinin değişmesiyle kamusal alana çıkmanız, sonra sosyal medyada görünürlük. Bu dünyada 60’larda ama Türkiye’de 90’lardan sonra başlıyor. İnsanlar yavaş yavaş bir arada yaşanabileceğini fark etmeye başladılar. Oğlum 21 yaşında. Sevgilisi var, ikisinin de en yakın arkadaşı türbanlı. Hep bir aradalar. Onlarda yok bu gündem. Kültüre de yayılacak bu. 

Zeynep: Bizim şurada nereden nereye geldik, ne idik, ne olduk meselesi oğlunuzun dünyasında, yeni nesilde yok belki de... 

Deniz: Samimi söylüyorum yok. Çünkü şimdi oğlum Derya’yı bizim evde görüyor. Birlikte yaşamayı öğreniyoruz. Ama atıyorum, bir gün oğlum Derya’dan duyduğu sağduyuyu başka bir dindar kadından duymadığında, lak diye suratına vurulduğunda şaşıracak, onu da öğrenecek. Ama hayat böyle. Her şeyi ona bu konuda ben öğretmeye anlatmaya kalkarsam, 21 yaşında bir adamı zehirlermişim gibi düşünüyorum. Bunlar bizim çocukluğumuzda, gençliğimizde bir kaygı imparatorluğuydu. Şimdi değil. Bak bunlar resimleri, bu çocuklar kolejli, imam hatipli. Bizim neden bahsettiğimizi anlamıyorlar ve anlamasınlar. O zaman çekilenler ve çabalarımız bir işe yaramış olacak zaten. Ben öğrencime de bakıyorum. Biz ikimiz orada yüz bin tane laf duyduk. Ama biz bir yol açıyoruz. 

Derya: Tıpkı Hocam başörtülü biriyle yakınlık kurduğu için mahalle baskısı gören insanlar gibi… Benden dolayı size bedel ödetmiyorlar mı? 

Deniz: Bence çalışıyorlar. Ama kimin umurunda? Aleni olarak bana bir şey söyleyebilen de olmadı. 

Zeynep: Peki aleni olmayan, hissettirilen şey ne? 

Deniz: Ben dedim ki, “Ben hiçbir şey söylemeyeceğim. Siz dersinize alacaksınız, adil olmayı kendinize yakıştıramazsanız, sınıfta bırakacaksınız.” O kadar. Çünkü ben özel öğrenci olarak ders aldığında gördüm ne yapabildiğini.  Derya’nın sınavına girmedim, fakat o jüride gayet güzel bir performans sergilemiş. Ve sınavı kazanmış. Millet geldi, “Biz sizi ulusalcı biliyoruz, uygun mu bizim bölümde böyle biri? Sizin onurunuza dokunmuyor mu?” dediler. 

Zeynep: Kast ettikler nedir tam olarak? Telaffuz ettikleri bir şey var mı? 

Deniz: Sistemin adamını içeri almak gibi görüyorlar. Çünkü şöyle düşünüyorlar. Acaba Derya üzerinden iktidara yakınlaşma çabası olabilir mi? İnanın çocuklar benim yaşıma gelince göreceksiniz, o kadar çok da bunu yapan var ki, o çocuklara da kızamıyorum. Sen de mi Brütüs’e getirmeye çalışıyorlar. Bunlar da benim yetiştirdiğim çocuklar. ‘Sadece dersteki yeterliliğiyle değerlendirin’ dedim. Aradan bir dönem geçmeden hepsi takdir etmeye başladı. Bu dokunmakla ilgili. Birisi bu duruşu sergilemek zorunda yani. İnisiyatif ve zaman… Ama kamusal alanda yoktunuz çocuğum. Bizim gördüğümüz türbanlı örnekleri hep hayatın acılı tarafını temsil eden kişilerdi. Son on yılı demiyorum. Kamusal alanda varlık gösterince, ekonomik, sosyal her yeri paylaşıyorsun. Bu özür değil, durum, bilmiyoruz. 

Derya: Bu tarafta da protest kadın kimliği çıktı ortaya. Üniversiteye girdim. Tamamen sistemin içinden geçerek. Orada tak diye ‘Tamam sen artık buradan ileriye geçemezsin’ dediler bana. Hiç unutuyorum. Herkes İstanbul’da okurken kendi memleketinin hemşehri derneğine gitti, burs arıyor. Ben de gittim İzmirliyim; Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ne, burs istemeye. Dediler ki “Biz bunu bir fırsat eşitliği konusu olarak düşünmüyoruz. Türbanın kendisini bir hak ihlali olarak görüyoruz.” 

Zeynep: Ha? Başı örtme isteği özgürlük değil, esaret? 

Deniz: Bak bu işte. O kadar güzel özetledin ki… Bugün bunu yıllar sonra konuşuyoruz. Neyin özgürlüğü, kafanı kapatmışlar zaten. Ben senin kurtuluşuna yardım edeceğim. Biz böyle düşünüyorduk. Ben de aynını derdim o sıra. Çok özür dilerim. Ama o zamanlar bu tür yakınlaşmalar yaşanmadığından, gerçek anlamda tanıma, anlama imkânı ve çabası olmadığından bu durumu bugünkü gibi ayırt edemiyordum. Bu anlamda Derya benim için bir ilktir. 

Derya: 28 Şubat Postmodern darbesi özgürleştiremedi ama o öğrenciler bir kadın hareketinin fitilini ateşledi, Burada okuyamadıysa yurt dışına gitti. Dil öğrendi, dünyayı tanıdı. Geri döndüğünde hiç o giden değildi.    

Deniz: Siz devrimcisiniz kızlar. Hiç o statükocu muhafazakarlık yok. Bizim taraf için söylüyorum, ben sizin başınızı örtmenizi hak ihlali olarak gördüğüm müddetçe demokratik bir hareket olarak kabul etmemin bir yolu yok. Haklı olduğu için demiyorum, anlayışı izah için söylüyorum.   

Derya: Geldiğimiz noktada dün ve bugün bahsettiğiniz kaygıları taşıyanlarla  ortak çalışma yürütecek noktaya geldik. 

Deniz: Ben bunun aşılacağını düşünüyorum. Biz görürüz, görmeyiz bilmiyorum. Ama bu yakınlaşma ve birliktelik büyük bir güç yaratır. Her taraftaki akıllı ve sağduyulu insanın bu memleket için çaba ürettiğini düşün. Bu, çatışmadan nemalanan statükocular için büyük bir tehdit. Ben umutsuz değilim. Sadece bu döneme denk geldik. Sizlerin çektiği acılar için çok üzgünüm.