Akıbetini kimsenin bilemeyeceği ateşkesin ilk günlerindeyiz.
Bu anlamda Türkiye'nin sürece katkısı iki unsur üzerinden derinleşecek...
Ateşkese Türkiye'nin garantör olması ilk unsur iken ikincisi filo mensuplarının Türkiye tarafından "tahliye" edilmesi konusudur.
Bugün bu iki konuya değineceğim...
ŞARM EL-ŞEYH
Türkiye açısından Gazze'deki meselelere müdahil olmak yeni bir durum değil. Cumhurbaşkanımızın ve Dışişlerimizin konuya dair kararlı adımlar ve açıklamaları oldu hep. BM'deki toplantılar ise son dönemin önemli adımlarıydı...
Sürecin "aktif boyutunda" özellikle bu evrede Sayın İbrahim Kalın'ın olduğunu görüyoruz. Özellikle Katar başta olmak üzere birçok ülkede açık ve gizli görüşmelerde bulundu. Bunu son olarak Mısır'da imzalanan ateşkes anlaşmasının müzakerelerine nezaret etmesi ile bir kez daha anladık.
Cumhurbaşkanımızın da hep ifade ettiği üzere Türkiye'nin bu kararlı yaklaşımı "iki devletli çözüm olana kadar" sürecek...
MAZİSİ VAR...
Olaylar ilk meydana geldiğinde de bir ateşkes gündeme gelmişti.
O tarihte Sayın Hakan Fidan;
"Barış garantiye alınmadıkça, hiçbir zaman için bölgedeki İsrail devleti ve halkı kendisini emniyette hissedemez".
"Bu sarmal kendiliğinden sürekli dönecek, garantörlük olarak biz ana fikri ortaya koyuyoruz, asıl sistematiğini tartışalım" demişti...
Şimdi Trump eliyle ortaya çıkan sistematiği görüyoruz... Her zaman bu tip anlaşmaların "daha iyisi vardır." Eleştirilecek yönleri olabilir. Ama bu anlaşmada "garantörlüğün" olması önemli...
NE ANLAMA GELİYOR?
Uluslararası hukukta garantör denince aklımıza üç husus gelir:
Birincisi "güvence vermek ve bunun kabul edilmesi."
İkincisi "verilen güvencenin gerçekleşmesi için gerekli tedbirleri almak."
Üçüncüsü "sürecin doğru yürüyüp yürümediğini incelemek ve teftiş etmek..."
Garantörlük durağan bir görev değil. Bilakis bir sürece yayılan ve gerektiğinde müdahil olma hakkı veren bir sistem.
Bu yönüyle garantörlük istenmeyen neticeyi "engelleme"; istenenleri ise "temin" ödevi veren bir mekanizma...
Geçmişte ve günümüzde uygulanan örnekleri olan bir kurum (1).
ATEŞKESTEKİ KONUM...
Bu durumun da birkaç kriter üzerinden okunması gerekiyor:
Birincisi: Türkiye; ABD, Mısır, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri'nin içinde bulunduğu iki yüz kişilik çok uluslu askeri güç içinde olacak.
İkincisi: Ülkemiz, tarafların anlaşmaya uyup uymadıklarını denetleyecek mekanizmada yer alacak.
Üçüncüsü: Gazze'de yerleri bilinmeyen rehinelerin cesetlerini bulmak için İsrail, ABD, Katar ve Mısır'la kurulan ortak ekibin içinde olacak Türkiye...
GÖZDEN KAÇAN...
Önce Sumud ve şimdi de Özgürlük Filosu'ndaki aktivistlerin Türkiye tarafından tahliye edilmesinin önemi gözden kaçmamalı...
Aktivistlerin İsrail dışında ifadelerini alan ve adli işlemleri yapan Türkiye, hukuki açıdan "ilk durak..." Bu anlamda Türkiye, soruşturma ve tazminat süreçleri açısından kilit rolde.
YABANCILARA KARŞI İŞLENEN SUÇ
Ortadaki suç vasfının kötü muamele/işkence olduğu çok net...
Türk vatandaşları açısından ülkemiz yetkili. Aynı durum Türk bayraklı gemilere müdahale olunca da geçerli. Bu gemilerdekiler yabancı olsalar da Türk hukukuna tabiler. Ancak yabancılara yabancı ülkede işlenen suç olursa durum biraz değişiyor...
NE YAPACAK TÜRKİYE?
Bunun cevabı Reyhanlı olayındaki Yargıtay değerlendirmesinde...
Buna göre yabancı bir kişinin, yabancı bir kişiye karşı, yabancı bir ülkede işlemiş olduğu, TCK m.13'te (2) yazılı suçlar dışında kalan suçundan dolayı Türk mahkemelerinin görev ve yetkisi bulunmamakta.
Bu gibi durumlarda kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verilebilir. Burada suçun mahiyetini tartışmak gerekir.
TÜM DÜNYAYA BİLDİRECEĞİZ...
Ancak diyelim ki takipsizlik kararı verildi.
O halde Yargıtay'a göre evrakın Adalet Bakanlığı Uluslararası Hukuk ve Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü aracılığıyla ilgili ülkesine gönderilerek suçun ihbar edilmesi gerekiyor (3).
Delilleri toplayıp tüm dünyaya bildireceğiz durumu...
(1) Bu konuda iki yıl önce yazdığım yazıya bakabilirsiniz: "Garantörlük meselesi"
(2) mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.5237.pdf
(3) Yargıtay 5. Ceza Dairesi Esas No. 2014/4078 Karar No. 2014/5200