"Spor yalnızca spor değildir; kamuoyunu yöneten, nüfusu ve gençliği ideolojik olarak çerçeveleyen bir araçtır." Bu radikal eleştiriyi dile getiren Fransız Sosyolog Jean-Marie Brohm, sporun görünüşteki rekabetin ötesinde politik, ekonomik ve ideolojik bir düzen kurduğunu savunur.
Bugün Türkiye'de bahis skandalları etrafında yükselen tartışma, Brohm'un bu eleştirel kuramını yeniden gündeme taşımak için güçlü bir zemin sunuyor: Gerçekten de futbol, "adil oyun" (fair play) iddiasının arkasında yatan güç ilişkilerini ne kadar yansıtıyor?
Milyonlarca insanımızı ekranlara bağlayan futbol, dünyanın en yaygın tutkularından biri. Hayatı durduran, kitleleri stadyumlara çeken ve zaman zaman taraftarları ayrıştıran bir bağımlılık.
Memleketin spor camiasını sarsan bahis soruşturması, dışardan bakınca hukuki bir soruşturma gibi görülebilir. Oysa bu tür olaylar, toplumsal yapıda biriken basıncın görünür hale geldiği kritik eşiklerdir. Yüzlerce hakemin ve futbolcunun bahis soruşturmasına karışması, bireysel bir sapma değil; daha geniş bir kültürel erozyonun göstergesi. Bu nedenle mesele, yalnızca 'kim ne yaptı?' sorusuna sıkıştırılamayacak kadar katmanlı.
Televizyon kanallarında ve sosyal medyada günlerdir bahis oynayan isimler tartışılıyor. Günlük hayatında futbolla hiç ilgilenmeyen insanların bile bu meseleye kayıtsız kalamayacağı bir başlık.
Yozlaşma dediğimizde sadece normların ihlali değil; normların meşruiyetini taşıyan kültürel zeminin çözülmesiyle karşı karşıyayız. Bu sebeple Türkiye'deki bahis skandalı, adalet duygusunun zedelenmesinden rol-model figürlerin yıpranmışlığına kadar pek çok alanda bir dizi kırılmayı aynı anda görünür kılıyor.
Sporun temiz kaldığına dair inanç aşındığında, futbol sahası yalnızca bir rekabet alanı olmaktan çıkıyor; kamusal güvenin test edildiği bir laboratuvara dönüşüyor.
Adalet duygusu, her toplumda en kritik yapısal bağlardan biri. O duygu, yalnızca mahkemelerde değil, gündelik hayatın küçük pratiklerinde de üretiliyor. Bir hakemin kararı, bir futbolcunun performansı ya da bir kulübün yönetim biçimi, izleyicide sadece sportif bir izlenim bırakmaz; adaletin mümkün olup olmadığına dair sezgileri de besler.
Spor dünyasındaki bir skandal, yalnızca sportif bir çürüme değil toplumsal adalet algısının sarsılması anlamına geliyor. Çünkü spor, modern toplumlarda 'adil rekabet' fikrini erken yaşta çocuklarımıza gösteren bir vitrin.
Bahis soruşturmasında ortaya çıkan tablo, kültür sosyolojisinde "kültürel erozyon" olarak adlandırılan geniş bir sürecin işaretlerini taşıyor. Kuralların belirli durumlarda esnetilebilir kabul edilmesi, etik sınırların bireysel tercihlerin gölgesine itilmesi, denetim mekanizmalarının etkisizleşmesi... Bu dinamikler bir araya geldiğinde, meşru ile gayrimeşru arasındaki çizgi muğlaklaşıyor. Kuralın kendisi değil, kuralı aşmanın yolu zihinlerde daha değerli bir yere yerleşiyor.
Bu noktada rol model figürlerin yıpranması bizi daha derin bir probleme sürüklüyor. Hakemler ve futbolcular, toplumun geniş kesimlerinin takip ettiği, çocukların örnek aldığı, kamuoyunun davranış biçimlerini izlediği yüzler. Rol-modellerin aşınması, toplumsal rehberliğin zayıflaması anlamına geliyor. Yön gösteren figürler çizgisini kaybettiğinde, toplumsal değer sistemi yıpranıyor.
Sistemdeki çözülmenin kaynağını yalnızca bireylerin davranışlarına indirgeyen her yorum eksik kalır. Asıl mesele, böyle bir davranışın hangi yapısal koşullar altında mümkün hale geldiği. Yozlaşmayı bir etik zaaf olarak değil, bir kurumsal ortam olarak okumak zorundayız. Hızlı zenginleşme hevesi, denetimsizlik, kısa vadeli çıkar ilişkileri ve ahlak dediğimiz çizginin zayıflamasını sağlıyor. Günlerdir kamuoyunu hafta sonu da benim zihnimi meşgul eden bahis krizi, yalnızca suçun faillerine değil, suçu mümkün kılan sistemin mantığına da ayna tutuyor.
Toplumsal düzlemde bu tür krizler, 'herkes bir şekilde işin içinde' duygusunu yükselterek güven aşınmasına neden oluyor. Güven erozyonu ise hiçbir toplumun kolay onaramadığı bir kayıp. Çünkü güven, üretimi en zor fakat yıkımı en hızlı toplumsal sermaye biçimi.
Dijitalleşmenin tüketim çılgınlığını azdırdığı bir dönemdeyiz. Toplumsal değerler çökmeye başladığında, kurumsal düzenlemeler ya da sert yaptırımlar çözüm üretmez; ancak etik ve kültürel bir yenilenme süreci bu tahribatı onarabilir. Eğer bugün yaşananları masaya yatırmazsak yaşanan olay bir 'skandal' olmaktan çıkıp, kültürel yeniden inşa için kritik bir uyarı işareti haline gelebilir.
VİTRİNDEKİ KIŞKIRTICI YAŞAMLAR
Bugünün dijital kültürü, özellikle Instagram, TikTok gibi görselliğe dayalı platformlar, bireylerin "başarı" ve "değer" algısını kökten dönüştüren bir vitrin gibi adeta.
Beğeni almak için sergilenen lüks otomobiller, pahalı restoran sofraları, astronomik adisyon fişleri ya da abartılı tatil fotoğrafları aslında bireysel hazların ötesinde, toplumsal hiyerarşiyi yeniden üreten birer statü performansına dönüşüyor.
Sosyal medyada bu tür içerikler, özellikle ekonomik eşitsizliklerin derinleştiği toplumlarda, geniş kitleler üzerinde bir "yetişme baskısı" yaratıyor; insanlar, erişemedikleri yaşam tarzlarını yalnızca dışarıdan izledikçe, kendi hayatlarına ilişkin memnuniyetsizlik artıyor. Bu durum, kültürel erozyonun önemli bir göstergesi: Zirveye çıkmak artık emekle, birikimle ya da liyakatle değil, tüketimle ölçülen bir gösteriye dönüşüyor.
Kışkırtıcı hayat tarzı, özellikle gençler arasında, hızlı zengin olma isteğini normalleştiren bir psikolojik atmosfer oluşturuyor. Gösteriş kültürüyle beslenen hırs, bireyleri adım adım kolay para yollarına, kripto coinlere, hatta yasadışı faaliyetlere yöneltebiliyor. Futboldaki bahis skandalından, sosyal medya fenomenlerinin vergi kaçakçılığına yahut yasa dışı gelir yöntemlerine kadar uzanan sorunlar, bu kışkırtıcı kültürün ürettiği yapısal bozulmanın parçası. Adalet duygusunun zedelenmesi tam da burada ortaya çıkıyor: Rol-model addedilen kişiler kısa sürede ve çoğu zaman şeffaf olmayan yollarla zenginleşirken, toplumun geniş kesimi emeğin değerine ve kuralların anlamına olan inancını kaybediyor.