29 Nisan 2024 Pazartesi / 21 Sevval 1445

Aşırı sağ ve kültür savaşlarının yükselişi

8 Şubat 2018 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Aşırı sağ ve kültür savaşlarının yükselişi

Asım Öz: Dünyada zor mücadelelerin daha bariz hale gelmeye başladığı 2011’de Ulrich Beck şöyle demişti: “Bir dünya düzeni çökerken, o düzen üstüne tefekkür başlar.”  Hakikaten de öyle oldu: Batı Avrupa ülkelerinin mülteci akınına uğraması, İngiltere’nin Brexit ile Avrupa Birliği’nden ayrılması, Amerika’da Donald Trump’ın başkanlık koltuğuna oturması, Hollanda, Avusturya, Fransa ve Almanya’da geçen yıl yapılan genel seçimlerde aşırı sağ partilerin oy oranlarını artırması öteden beri yapılagelen birtakım tartışmaları yeniledi.

Yeni politik kültür ve seküler teyakkuz

Türkiye’de genel olarak kimliğini hiçbir zaman kendi içinden kuramayan Avrupa’daki gelişmeleri sol liberal “çokluk” yahut kendi meşrebimize uygun düşen kavramsallaştırmalar üzerinden hissi bir şekilde ele almaya yatkın olduğumuz için bu gelişmelerin neye işaret ettiğini doğru bir şekilde değerlendiremiyoruz. Bu yüzden yorumların çoğu güve yeniklerine benzeyen boşluklarla dolu. Her ne kadar Avrupalılar değerlerinin kaynağını esasen Yahudi-Hıristiyan mirasına ve Avrupa Aydınlanma geleneğine dayandırsalar da bunun günümüzde aynı şekilde geçerli olduğunu söyleyemeyiz.  Abdurrahman Arslan’ın Yeni Politik Kültürün Dünyasında (2017) kitabında da ifade ettiği üzere Batı dünyası 1960’lardan itibaren ciddi bir kültürel dönüşüm yaşamaktadır. Bilhassa Batı’nın modern kimliğini kuran pozitivist felsefede meydana gelen köklü değişimlerin, Batı’da ciddi siyasal, sosyal ve kültürel neticeler doğurduğu hesaba katılmalı. Sözgelimi aşırı sağın yükselişinde Batı’daki sekülerizm, rölativizm ve hatta nihilizmin yaygınlaşmasının payının göz ardı edilemeyeceğini nedense hiç düşünmüyoruz. Zira yeni politik kültür nihilizmi perçinlediği için insanlar da artık Tanrı fikrinden, dolayısıyla Hıristiyanlığın ilkelerinden giderek uzaklaşıyor.  Hal böyle olunca aşırı sağ paftayı değerlendirme iddiasındaki çalışmaların seküler yatkınlığı yaşananları tümüyle kavramayı mümkün kılmıyor. Ayrıca daha temel bir sorun da şu:  Türkiye’de Avrupa’daki aşırı sağın göçmenlere, Müslümanlara ve İslâmcılara karşı geliştirdiği dili yüzeysel bir biçimde eleştiren fakat aynı zamanda seküler teyakkuzu tedavülde tutan mühürlü bakışın, İslâm karşıtlığına uzanan yolun taşlarını döşediği de söylenebilir. Aşırı sağı yeren çalışmaların önemli bir kısmının tekliflerine ve 1980 sonrasına dair analizlerine kulak kabarttığımızda bunun işaretlerini açıkça görebiliyoruz. Süreli yayınlardan yeni iletişim mecralarına kadar Aydınlanma değerlerini savunmak bahanesiyle dönülen keskin virajları hatırlamanın yeridir. Bu bakımdan Norberto Bobbio’nun klasiklerin her zaman ve mekânda konuşabilmemizi sağlayan çalışmalar olduğu düşüncesini aklımızda tutarak Edward Said’in iç sistematiği oturan Haberlerin Ağında İslâm (1984) kitabının bu zaviyeden yeniden okunması oldukça faydalı olacaktır.

Aşırı sağdan yakınan hatta tedirgin olan sol liberaller,  kitleleri ya Hıristiyanlığın “vekil dinleri” olan ideolojilere davet ediyor ya da siyasi düzeyde 1980’lerin sağına özlem duyduklarını saklamıyorlar. Bu bağlamda Avrupalı entelektüellerde dahi Fransa bağlamında Mitterand’ı, Almanya bağlamında Kohl’ü yani merkez sağın “ağır toplarını” nostaljiyle anma durumu söz konusu. Bunun Türkiye versiyonunun kimleri içerdiğini ayrıca zikretmeye gerek yok. Hiç şüphesiz bu yâd edişte, Soğuk Savaşın sona ermesi ve Sovyetler Birliği özelinde reel sosyalizmin yıkılışı tesirli oldu.Yaşananları bilhassa 1990’ların siyasal tasavvuru ile değerlendirip umut bağlayanların alışılan açıklama biçimlerine kitlelerin rağbet etmeyişini de nazarı itibara almalıyız. Hatta sınıf siyaseti yerine kültürel kimlik/aidiyetin her geçen gün daha da öne çıkışını göz ardı etmemek icap eder. Avrupalılar başta olmak üzere sık sık belli kültürel değerlerin altı çiziliyor. Heinrich Geiselberger’in Büyük Gerileme (2017) kitabına yazdığı önsözde belirttiği üzere, “tarihin sonu”ndan sonra şaşırtıcı bir şekilde Soğuk Savaş’ın dost-düşman mantığının yerini “kültürler savaşı” aldı. Avrupalı değerlerin savunulması için takip edilecek yolun emperyalizmle tecrit arasında salınacağı dikkate alınırsa Avrupa kültürel alanının müdafaası ve muhafazası noktasında aşırı sağcılarla sol liberaller arasındaki farkın asli olmadığı düşünülebilir.

Kibir ile paranoya arasında

Avrupalı olmayanın yani “öteki”nin ister zorla isterse karşılıklı benzeşmeyle ortadan kaldırılması noktasında zıt kutupların mutabakatı hiç şaşırtıcı değil. Bu bakımdan Boris Groys’un Farklı Dünyaları Düşünmek (2012) adlı derlemedeki “Avrupa ve Ötekileri” başlıklı metni, Avrupa ruhunun ve ona meftun olanların kibir ile paranoyak yabancı korkusu arasında bölündüğünün panoramik tasvirini yapması bakımından kıymetli. Yeniden dönülmeye değer bir konu gibi geldi bu bana. Madem korkudan bahsettik Bobby Salman Sayyid’in 11 Eylül olaylarından ve Avrupa ile Amerika sathında ortaya çıkan yeni nesil aşırı sağdan yıllar evvel kaleme aldığı yoğun ve ufuk açıcı Fundamentalizm Korkusu kitabının yeni baskısı da hakikati olanca çıplaklığıyla dile getirmesi hasebiyle mutlaka dikkate alınmalı.

Türkiye’de, Avrupa’da aşırı sağın yükselişini değerlendiren çalışmalara bu çerçeveden baktığımızda cehli mürekkep mukayeselerin yapıldığını rahatlıkla görebiliriz.  Sözgelimi, Avrupa’daki gelişmeleri kültür savaşlarını ihmal etmeden ayrıntılı bir şekilde değerlendiren Zeynep Atikkan’ın Avrupa Benim Batı Avrupa’da Aşırı Sağın Yükselişi kitabı.  Çalışmanın büyükçe kısmı Avrupa’nın mevcut durumunu başarılı bir biçimde sunduğu halde  bu böyledir. Gerek birinci (2014) gerekse ikinci (2017) basımının önsözlerinde Türkiye hakkında söz alırken bir türlü kendini dizginleyemiyor yazar. Şurası açık ki, yerli ve yabancı pek çok akademik metinde karşımıza çıkan bütünüyle spekülatif Türkiye analizleri bize bu noktada hayli katkı sunar. Birkaç politik laf üzerinden öyle izahlar var ki tahammül kabil değil. Özetle Türkiye’yi Avrupa’da yükselen aşırı sağ söylemin yamacına yerleştirerek açıklamaya çalışmak diyebiliriz buna. Yanlış anlaşılmak istemem: Avrupa’daki somut aşırı sağ yükselişi önemsememek gerektiğinden söz etmek istemiyorum elbette. Üstünde durduğum aşırı sağı yeren bakış biçiminin tek boyutluluğu. Dolayısıyla Türkiye’de aşırı sağın risklerine dikkat kesilenlerin söz alma biçimlerinden de bahsetmenin bir o kadar gerekli ve zaruri olduğunu vurgulamak gerekir. Avrupa’daki aşırı sağ semptomları okumanın tek yolu, meseleyi sol liberallerin anladığı gibi kavramaktan geçmiyor. Olup bitenleri kendi zaviyemizden kurabilir, bir başka muhtemel kritik tekniği gündeme taşıyabiliriz. Bu bağlamda popülizmi kerih gören ama aynı zamanda başka bir popülizmin imkânlarını yoklayan zamane yatkınlıkların da aşırı sağ odaklı tartışmalar bakımından apayrı bir dikkatle ele alınması yararlı olabilir.  Zira basmakalıp izah biçimlerini silkelemeden Türkiye’ye intikal eden aşırı sağ analizlerin ideolojik profilini anlamak mümkün değil.