27 Nisan 2024 Cumartesi / 19 Sevval 1445

Aslılar, Leylalar çok ve biz onların elinden mustaribiz!

Mustafa Çiftci bireyin iç burkuntularından, bulantılarından ya da bunalımlarından ziyade, aileyi, sokağı, mahalleyi gözlemliyor ve oradaki sahici yaşamalardan hikâyeler bulup anlatıyor. Sıradan, ama bir “derdi” ve “hikâyesi” olan insanlara dikkatimizi yöneltiyor.

Turan Karataş9 Mart 2017 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Aslılar, Leylalar çok ve biz onların elinden mustaribiz!

Mustafa Çiftci, dört beş senedir Türk hikâyeciliğinde hoş bir hava estirdi, hissedilir bir dalga oluşturdu. Bozkırda Altmışaltı kitabındaki hikâyeleri okuyunca şöyle düşünüp mırıldandığımı hatırlıyorum: “İşte bizim medeniyetimizin, bu toprakların mayaladığı yüzde yüz yerli bir ses, bir anlatıcı.” Bizden ve candan bir Anadolulu. İçinden çıktığı toplumu çok çok iyi gözlemleyip tanımış, kendi hikâyemizi anlatan bir kalem. Üçüncü kitabı Ah Mercimeğim’deki eserleriyle bu düşüncelerimizi berkitti yazar. Son senelerde çok örneğini okuduğumuz bulanık ve dağınık “öykü”lerin aksine Çiftci’nin hikâyeleri samimi ve sade bir anlatımla selamlıyor okurunu. Bireyin iç burkuntularından, bulantılarından ya da bunalımlarından ziyade, aileyi, sokağı, mahalleyi gözlemliyor ve oradaki sahici yaşamalardan hikâyeler bulup anlatıyor. Sıradan, ama bir “derdi” ve “hikâyesi” olan insanlara dikkatimizi yöneltiyor. Kendini zorlamadan, kurup çatmadan, yapay yollara sapmadan doğal bir durulukla. Ölçülü bir doğallıkla işleyen, süse, bezeğe kaçmayan, fakat tadını, görkemini de eksiltmeyen bir dili var Çiftci’nin hikâyelerinde. Son derece yerli hatta yer yer yerel tatlarla tazelenmiş bir dil. Bu anlatma damarı, parıltısını kaybetmeden daha zengin rezervlere ulaşması gerekir diye düşünüyorum. Aksi halde bir süre sonra, kendini tekrar edebilir; yinelenen mevzularla, ifadelerle karşılaşabiliriz. 

Bir vesileyle Yozgat’a gelmiştim. Güzel bir tevafuk, dumanı üstünde üçüncü kitabını yenice okuduğum Mustafa Çiftci’yle memleketinde buluştuk, özellikle bu yeni kitabı çevresinde hoşça bir sohbete daldık. Zihnimizde gönlümüzde kalanları da sizinle paylaşalım istedik.

l“Ah Mercimeğim” yani, “küçüğüm, bicimciğim” demek olan bu sözde bir sevgi fısıltısı da yok mu ? Şu “bicimciğim” ne demeye geliyor? Kitabın adından başlayalım mı?

Ben kızımı “mercimeğim” diye severim. Hikâye yazılırken bu sevgi sözü uçtu geldi yerini buldu. Yine sevgi ifade ediyor, yine sevilenin küçük oluşunu vurguluyor. Hoş oldu yani. Tepkiler de iyi. Tabii başına bir “Ah!” koymadan sevda sözü olmaz. Hele bu memlekette sevdanın “Ah!” demeden çekilmesi zor biliyorsunuz...

l Haklısınız, “ah minel aşk!” Neyse, eserinize dönelim. Kitaba adını veren ilk hikâye, aslında hemen çoğumuzun yaşadığı bir hâldir ya, hani o yaşlarda hemen çoğumuz bir Aslı bir Leyla ya tutuluruz ya! Bazılarında kısa sürer, kimilerinde ömür boyu unutulmaz. Öyle bir çocukluk aşkından mı mülhem? Sizin de suyunuza Aslı diye bir mürekkep damlamış mıydı?

Aslım yok benim ama ümmetin Aslıları çok. Zaten bir Aslım olmasını, beni hikâyedeki gibi yıllar boyu kangren etmesini de istemezdim açıkçası. Sevdaya tamam, sevda acısına da eyvallah, ama hani neredeyse marazi bir sevda sınırında dolaşmak çok tehlikeli. Neyse, dediğim gibi Aslılar, Leylalar çok ve biz onların elinden mustaribiz!

l Her oğulun vardır baba sendromu. İkinci kitabınızdaki hikâyelerin birinde de iyice belirgindi. Halden anlamaz, taşralı esnaf bir baba tipi . Ah Mercimeğim’de insaflı, gönül yarasını anlar bir baba görüyoruz. Babalara fazla yüklenildiğini mi düşündünüz?

“Babayla zor, babasız imkânsız” hayatlar var. Onları anlatmışım. Sonra da daha insaflı babalar gelmiş kaleme. “Ama planlı bir hikâye anlatmadığım için bilinçaltı hangi sırayla boşalıyorsa öyle oluyor. Hayatımda plan yapmak zorunda olduğum her alanda çok sıkıntı çektim. “Kariyer Planı” denilen lanet halkasını boynumdan çıkarmak için çırpındım durdum bu yaşıma kadar. O yüzden en azından hikâyede planlı programlı olmamayım diyorum. O sebepten babaları biraz öyle biraz böyle yazmışım. Bir bilinç eseri, şuurlu bir tercih değil babaları anlatışım...

l İkinci hikâyede on yaşını geçmiş Baki’nin kafasını ilk defa okşayan bir baba eli. “Yani o nasırlı, yaralı ellerinin saçımdaki hışırtısı benim için en güzel sesti.” der hikâye kahramanımız. Ne dersiniz, Anadolu’da babalar hâlâ bu kadar uzak ve soğuk mudur oğullarına? Yoksa bunlar geçmiş zaman adamları mıdır?

Erkekler ne kadar inkâr ederlerse etsinler, adım adım babaları gibi olurlar. Eski erkeklerin sert, hoyrat, deli dolu halleri her ne kadar modern erkeklerde törpülense de gizli akan ırmaklar gibi akar gider bir ömür. Mesela evde eskisi kadar sert olamayan erkekler, evden çıkınca tısıl tısıl ağızlarının içinden de olsa söylenirler, kızarlar. O kızan ses işte babasından kalmadır. Modernizm bizi yıpratır, törpüler belki, ama bir de gelenek diye, yetişme tarzı diye bir şey var.

l Üçüncü hikâyede de benzer şöyle bir cümle var: “İnsanın babasının sarılması çok başka bir şeymiş.” Babanızla yaşadıklarınızın bir yansıması mı bu özlemler? 

Yook, babam çok sevecen bir adamdır, muhabbeti sever, sevgisini gösterir, küçükken her sabah bir fıkra isterdi kardeşimle benden. Yani yazdıklarım için babamdan ekmek çıkmaz bana!..

l “Bahar Eyyamında Bülbül Sesinde” hikâyesinde tatlı, sıcak bir baba-oğul muhabbeti var. İmrenilesi bir hâl tabii. Kendi babalığımı, oğullarımla aramdaki mesafeli iletişimi düşündüm, hüzünlendim. Söz gelimi evlenme bahsini ana değil de baba açıyor, konuşuyor oğluyla.  Hâlbuki tam tersi bir durum gözlenir Anadolu’da. Yoksa bu Cabir Usta’ya has bir tabiat mıdır?

Cabir Usta ile oğlu için benim ilhamım merhum Neşet Usta ve Babası Muharrem Ertaş’tır. Onlar baba oğul gibi değildi çok daha yakın idiler. Cabir Usta da oğlu ile o kadar yakın ki evliliğini de sorar, sevdasını da merak eder yani...

Benim gözlemlediğim şu; esnaf babalar eğer oğulları baba mesleğini sürdürüyorsa farklı bir kanal buluyorlar oğulları ile. O kanalda artık baba oğul değil aynı ekmek davasını güden iki dava arkadaşı oluyorlar. Hele bir de oğul anlayışlı, merhametli ise tadından yenmez bir ilişki kurabiliyorlar...

l “Baba nasihati, ana duası”yla yola çıkan “Köfte Ekmek’in oğlu kurduğu işten zarar ediyor, hayır göreni yok. Burada bir çelişki yok mu? Hayır dua alacaksın, ama işlerin ters gidecek? Geleneksel anlatıyı, söz gelimi Dede Korkut Oğuznameleri’ni göz önünde tutarak soruyorum.

Köfte Ekmek hikâyesinde ana, baba duası; “oğlumuz başarılı olsun” diye değil, “oğlumuz için hayırlısı neyse o olsun” diyedir. Medeniyet farkı işte. Bizde başarı eşittir doğru değil, hayırlı olan doğrudur. Mutlak başarı değil hayırlı olan talep edilir ya. O açıdan çelişki görmüyorum ben.

l Hikâyeleri çoğu hep tatlılıkla bitiyor, mesela seven sevdiğini alıyor. Sonuncusu hariç, onda bir kırıklık, acı bir hüzün var. Yıllardır özlediğim o “mutlu son”. Var mı böyle bir dünya? Yoksa “hoş terapiler” mi olsun istiyorsun yazdıkların.    

Yazdıklarımda plan, program, bir hedefe yönelmek gibi sentetik şeyler yok. Bunu inanarak söylüyorum. Umarım okur da inanır bu halime. Hele terapi gibi bir topa hiç girmem ben. Gönlün bir yazı bir kışı oluyor ya yazdıklarım da öyle işte bazen yaz bazen kış ile bitiyor.

l Şimdi de, hikâyeciliğinizle ilgili bazı genel bahisleri konuşmak istiyorum. Bozkırda Altmışaltı’daki ürünlerde de dikkatimi çekmişti. “Yılan görmüş serçe kuşu gibi her lafa cikir cikir ötüşür dururlar”, “aha sana bir kaya”, “ebem ölsün”, “kocaman ayakları ile hel hel yürüyen bir insan”, “itin gavurga yediği gibi havul havul her lafı oyuncak ediyorsun”, “hoşgeçlik geçmek”... Bu türden ifadeler, benzetmeler, yeminler, yöresel deyimler bunları bile istiye mi korsunuz anlattıklarınıza; yoksa yazarken kendisi mi gelir konur?

Geldiği gibi yazıyorum, tamam ama bu ifadeler de yazıya geçiyor, kaybolmuyor diye de mutluyum yani...

Hikâyelerinizi yazdıktan sonra okur musunuz, üzerlerinde çalışır mısınız? Bana bir oturuşta yazılmış ve öylece yayımlanmış gibi geldi.

Yazdıktan sonra üzerinde çalışırken boğulur gibi oluyorum, ama mecburiyetten çalışıyorum. Sıkıcı ama faydalı bir iş yazdıktan sonra çalışmak…

 l Bizim de üç gündür soğuk ama tertemiz havasını soluduğumuz küçük bir şehirde (Yozgat’ta) yaşamak, yazmak için bir avantaj mı?Büyük şehirlere gitme arzusuduydunuz mu hiç?

Yozgat benim saklı bahçem. O saklı bahçeyi ben bir kere daha küçültüp bir kuytuda yaşıyorum. Avantajını, dezavantajını bilemiyorum, ama mutluyum, Allah bozmasın. Sorunuzun ikinci kısmına gelince; büyük dediğiniz şehirlerden bir takım iş teklifleri geldi. Fakat gitmeyi düşünmedim. Şimdilik böyle bir arzum yok.

Anlattıklarınızın bir kısmını birilerinden dinleyip biriktirmiş gibisiniz. Böyle bir merakınız var mıdır? Dinler misiniz insanları? Daha doğrusu, öyküsü olan insanları arar bulur hikâyelerini merak eder misiniz?

Hikâyeleri dinlerim ama profesyonel bir merakla dinlemem. Şu adamı dinleyim de bir hikâye çıkarayım derdim ve gayretim yok. Çünkü ben bir ses kayıt cihazı değilim. Hem zaten öykücü merakıyla dinlerseniz insanlar anlıyor ve korumaya alıyor kendini, sırrını açmıyor sana. Şairin dediği gibi “dostuna yarasını gösterir gibi” olmuyor. Yani, “yara görmek, sırra malik olmak” istiyorsanız samimi olmanız lazım. Samimi olayım demekle samimi olunmayacağını da bilmek lazım tabi.

l Şahsen tanıdım, şahit oldum; evet samimisiniz. Bir takım “kasıntı, kuruntu, yapmacık” tavırlardan uzaksınız. İnşallah hep böyle içtenlikli yaşarsınız. Bizi kırmadınız, sorularımızı cevapsız bırakmadınız. Teşekkür ediyorum.

Ben de buralara kadar zahmetinize, ilginize teşekkür ederim.