30 Nisan 2024 Salı / 22 Ramazan 1445

Film mi edebiyattan edebiyat mı filmden çıkar?

NİSAN AYI İSTANBUL'DA SADECE LÂLE DEĞİL AYNI ZAMANDA SİNEMA MEVSİMİ.İSTANBUL FİLM FESTİVALİ BAŞLAMIŞKEN BİZ DE SİNEMA EDEBİYAT İLİŞKİSİNİ KONUŞALIM İSTEDİK.

FATMA ZEHRA DEMİR14 Nisan 2014 Pazartesi 07:00 - Güncelleme:
Film mi edebiyattan edebiyat mı  filmden çıkar?
33. İstanbul Film Festivali tüm heyecanıyla sürüyor. Bu yıl da her zaman olduğu gibi edebiyat uyarlamaları Festival’in ilgi çeken bölümlerinden biri. Biz de bu verimli alış verişten yola çıkarak sinema ve onun ilham kaynakları üzerine düşünelim, konuşalım istedik bu ay.
Malumunuz sinemayı besleyen, ona ilham kaynağı olan edebiyat eserleri çoktur. Bir çırpıda akla gelen nice etkileyici ve sarsıcı filmin, konusunu klasik edebi eserlerden, hikâyelerden aldığını biliyoruz. Özellikle Shakespeare bu konuda başı çeken isimlerden biri. Charles L. Dodgson'un fantastik hikâyesi Alice Harikalar Diyarında, Jane Austen’in Aşk ve Gurur’u, Anthony Burgess imzalı Otomatik Portakal ayrıca son dönemde Harry Potter, Alacakaranlık gibi bestseller olmuş kitaplar sinemanın ilgisini çeken en tanıdık eserlerden bir kaçı. Türkiye’de de sinema batıdaki kadar olmasa da edebiyatın zengin düş gücünden yararlanmayı bildi. Metin Erksan’ın Berlin Film Festivali’nde ilk Altın Ayı ödülünü kazandığı 1962 yapımı Susuz Yaz filmi, Necati Cumalı’nın eserinden uyarlanmıştı. Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un aynı adlı eserinden sinemaya uyarlanan Selvi Boylum Al Yazmalım da unutulmaz uyarlamalar arasında yerini aldı. Sinema tarihimizin en çok izlenen uyarlamalarından biri ise kuşkusuz Rıfat Ilgaz’ın Hababam Sınıfı.
Sinema tarihine adını altın harflerle yazdırmış nice filmler, nice güçlü karakterler, aslında bir kitabın içinden çıksa da, biz artık çoğunu kitapta değil, ete kemiğe bürünmüş halleriyle beyazperdeden ya da televizyon ekranından tanıyoruz. Bu durum kimi okur için rahatsız edici olabilir ancak bir kısım okur için de eserin yeniden okunmasını, eserdeki karakterlerle bağ kurmanın yeni ve etkili bir yolu haline geldi. Peki kitap mı, sinemaya uyarlaması mı gibi bir seçim sözkonusu olsa tercihimiz hangisinden yana olur? Ya da vizyona giren gösterişli bir filmin kitabını da aynı gün raflarda gördüğümüzde bu ticari döngü karşısında nasıl bir tutum alırız? Bu sorular üzerine okurlar ve sinema izleyicileri tartışa dursun, biz işi bilenlerine soralım istedik.


TUTKUN OKUR UYARLAMAYI BEĞENMEZ

Sevin Okyay
Sinema eleştirmeni
Okur eğer tutkun bir edebiyatseverse, hele uyarlanan eseri çok beğeniyorsa ya da yazarına hayransa, büyük ihtimalle uyarlamayı beğenmez, kaynak eserin daha iyi olduğunu düşünür. Çünkü özgün olan odur, ilk onu okumuş ve sevmiştir. Her şeyi zaten hayalhanesinde canlandırmıştır. Bu yüzden de, yönetmenin canlandırdıkları hoşuna gitmeyebilir. Genelde de gitmez zaten.
Her dönemin kendi yazarları oluyor. Hem bir kitabın sinemaya aktarılması için ille de bir klasik ya da şaheser olması gerekmez. Tam tersine, böyle iddiaları olmayan ama soluk kesici, seyirciyi heyecanlandıran, bol kovalamacalı ve patlamalı gerilimler/aksiyonlar daima daha makbul. Bunların da ardı arkası kesilmiyor. Çok izlenen filmler ile çok okunan kitaplar, genelde ticaridir zaten. Bir bestseller’ı, gişe yapsın diye uyarlarsın. Gişe yapan filmler de genellikle ticari filmlerdir. Benim sözünü ettiğim uyarlamalar, daha çok değerli edebi eserlere ve onlardan yapılan kaliteli filmlere ilişkindi.



HER FİLM BİR HİKAYEYE DAYANIR

Abdulhamit Güler
Sinema eleştirmeni

Hikaye ve öykünün, bir edebiyat türü olarak sinemaya daha çok uyarlandığını düşünebiliriz. Zira esasında her film senaryosu da bir hikâyeye dayanır.
Bir edebi eser uyarlamasının, okurun o eserle bağına olan etkisi filmin başarı seviyesine göre değişir. Uyarlamanın bu noktada tehlikeli bir yapısı var. Zira matbu eserin doğrudan okuyucunun hayal gücüne hitap etmesinin üzerine sinemaya uyarlandığında ise hayalde çizilen resim tamamen filmdeki hale teslim olur. Çok başarılı bir uyarlama olması halinde aksi etki oluşturabilir. Ancak fazlasıyla göreceli ve eser türüne göre değişen bir durum bu. Fantastik bir eserde görsel öğe ve sinema hileleri etkili olurken, şiirsel bir eserde ise tamamen film dili yönlendirici oluyor.
Hiçbir sanat dalı bir başka sanat dalı için vazgeçilmez değildir. Hele sinema, -bütün sanat dallarını içinde barındırabilme özelliğine rağmen- hiçbir kaynağa mahkum değildir. Zira bir kaynağa mahkum olan herhangi bir sanat dalı, olgunlaşmamış ve kendileşmemiştir.
Sinema için önemli olan şu ki; bir filmde, başka sanat dalının tadı alınıyorsa, o eser başarısızdır. Misal; bir roman uyarlamasında, romanın kendi dilinden, yazım tekniğinden kurtulamamış, 'sadık kalma' adına diğer sanat eserine mahkum kalmış bir film başarısızdır. Sinemanın bütün sihirli argümanlarıyla uyarlanan 'malzeme', tamamen yeni bir sanat eserine, yani sinemaya dönüşmelidir. İşte o vakit hiçbir eser, bir diğerinin önüne geçmez, kendi olur.
Kendi olabilmiş hiçbir eser de araç olmaz. Bugüne değil, yarına hitap eder.


SİNEMA EDEBİYATI KULLANIYOR MU?

NECİP TOSUN

Disiplinler arası ilişkiler, sanat-edebiyat dünyasının her zaman en çetrefilli konularından birisi olmuştur. Edebiyat-sinema, müzik-şiir, fotoğraf-resim, tiyatro-sinema ilişkileri pek çok yönden ele alınıp tartışılmıştır. Bu tartışmalar sonucunda, her sanatın kendine özgü bir dili olduğu ve başka bir dile çevrilemezliği görüşü ağırlıklı görüş olarak ortaya çıkmasına karşın, pratik bir gerçek olarak sanatlar arası ilişkiler de, bu tartışmalar da hâlen sürmektedir.
Hiç kuşkusuz bu tartışmaların odak noktasında sinema sanatı durmaktadır. Aslında bunda şaşılacak bir yan da yok. Çünkü bütün sanatları bünyesinde barındırdığı ve yirminci yüzyılın sanatı olduğu belirtilen sinema, tarihsel serüveni içerisinde pek çok sanatla yoğun ilişki içerisinde olmuştur. Ne var ki, sinema ilk dönemlerde pek çok çevrece sanat olarak görülmüyor, daha çok teknolojik bir imkân olarak nitelendiriliyordu. Hatta içlerinde sinemanın diğer sanatları bozacağına dahi inananlar vardı.
İşte sinema bu ilk dönemlerde hem bu endişeleri gidermek, hem de kendini ispatlamak için diğer sanatlarla ilişki içerisine girmiştir. Sinema öncelikle tiyatro ile ilgilenmiş ve pek çok tiyatro eserini kendi diline aktarmıştır. Ne var ki bu dönemde sinema, bir sanat olarak varlığını ortaya koyamıyor, filmler görsellikten çok, diyaloglara, söze dayanıyordu. Bu da sinemanın özgün bir sanat olarak kendini ortaya koymasını engelliyordu. Sinema uzun süre gerek ülkemizde gerekse dünyada bu “tiyatromsu” serüveni yaşamıştır.
Daha sonra sinema-edebiyat ilişkisi başlamış, doğrusu bu ilişki çok daha görkemli ve etkili olmuştur. Çünkü “hikâye anlatma” ortak özelliği nedeniyle edebiyat, sinema için bulunmaz bir kaynaktı. Sinema da bu kaynağı doyasıya değerlendirmiş, özellikle roman ve hikâyenin başyapıtları peş peşe sinema diline aktarılmıştır. Sinema ile edebiyat arasındaki bunca yoğun ilişkiye rağmen aralarında hep ciddi sorunlar yaşanmıştır. Bu da beraberinde edebiyatçı-sinemacı çatışmasını doğurmuştur. Esere sadık kalınmaması, atmosferinin yeterince yaratılamaması, eserin ruhu ile filmin ruhu arasındaki aykırılık sinemaya yöneltilen eleştiriler olarak sıkça tekrarlanmıştır.
Sinemanın edebiyata yöneliminde kuşkusuz gözettiği birçok amacı vardı. Bunlar ticari kaygılar, zaman unsuru, konu gibi unsurlardı. Sinema, edebiyatın önemli eserlerini kendisine uyarlayarak, ünlü yazarların hikâyelerini, yüzlerce sayfalık romanlarını iki saatlik filmlere aktararak, çağdaş insanın en az çabayla en çok faydayı sağlama arzusunu yerine getirir. İşte insanlar, en az bir haftada okuyacakları romanları, sinemada iki saatte seyretmektedir. Sinema bir yandan da edebiyata konu, malzeme açısından bakmıştır. Sonunda her ikisi de hikâye anlatmaktadır.
Sinema, tarihsel süreç içerisinde edebiyatın pek çok önemli eserini kendi diline aktarmıştır. Ama her denemesinde sinema-edebiyat ilişkisi yeniden gündeme gelmiş, eserin hakkıyla sinemanın diline aktarılıp aktarılmadığı tartışma konusu olmuştur. Aslında bunda şaşılacak bir yan yoktur. Çünkü bilindiği gibi görüntünün imkân ve kabiliyeti ile metnin imkân ve kabiliyeti birbirinden oldukça farklıdır. Görüntü resmin, hareketin, sesin ve ışığın gücüne, imkânlarına; edebiyat ise kelimelerin gücüne ve çağrışımlarına dayanan iki ayrı sanattır. Ve elbette görüntünün diliyle, metnin dili farklıdır. Peki bu uyum nasıl sağlanacaktır? Örneğin roman kahramanlarının sayfalarca anlatılan ruhsal durumları, iç konuşmaları nasıl görüntülenecektir? Ya yazılı metinlerdeki doyumsuz tasvirler tek resimle nasıl yakalanacaktır? Roman zamanı, sinemanın kısıtlı süresine nasıl evrilecektir?
İşte yıllardır süren sinema ile edebiyat arasındaki tehlikeli ilişki de burada odaklaşmaktadır. Bu anlamda sinema tarihi hem olumlu hem de olumsuz örneklerle doludur. Edebiyatın başyapıtları, pek çok yönetmence eserin hakkı verilmeden ticarî kaygılara, ucuz tüketimlere heba edilmiştir. Kuşkusuz bir sanat eserinin geniş halk kesimlerine ulaşması önemlidir. Sinema da bu ileticilerden biridir. Ama bu, o sanat eserinin başka dildeki karşılığının bulunup bulunmamasıyla ilgili bir olaydır. Değilse, geniş kitlelere ulaştırmak amacıyla sanat eseri harcanmamalıdır. Çünkü çoklukla değer arasında hiçbir ilişki yoktur. Sinemacılar edebiyat yapıtlarını kendi dillerine aktarırken gerekli özen ve titizliği göstermelidirler. Ticari kaygı ve kolaycılığı bir kenara bırakıp, edebiyatın özellik ve güzelliklerine dikkat etmelidirler. Ama sinema tarihinde bunun tam tersi de yaşanmıştır. Edebiyatın önemli eserleri başarıyla sinemanın diline çevrilebilmiştir. Bu filmlerde ticarî kaygı ve ucuzculuk bir kenara bırakılıp, eserin özelliklerine saygı gösterilerek metnin görüntüsel karşılığı bulunmuştur. Yaşananlar göstermiştir ki, bu konuda başarının asgari şartı, sinema diline uygun bir metin ile yazarın dünyasını kavrayabilmiş yönetmenin uyumlu birlikteliğidir. Yönetmen eğer yazarın eserde vermek istediklerini, ruhunu, onun dünyasını, eşyaya, olaylara bakışını iyi kavramışsa başarı kaçınılmaz olmaktadır. Kısaca yazarın kalemi, yönetmenin gözüne/kamerasına dönüşünce tartışma bitmekte, ortaya yepyeni bir güzellik çıkmakta

YÖNETMEN YAZARIN GÖZÜ OLURSA...

Metin Erksan’ın TRT için yaptığı Beş Hikâye sinema-edebiyat ilişkilerinin en iyi yansıtıldığı eserlerden biridir. Sabahattin Ali’den “Hanende Melek”, Kenan Hulusi’den “Sazlık”, Samet Ağaoğlu’ndan “Bir İntihar”, Sait Faik’in bir çevirisinden “Müthiş Bir Tren”, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan “Eski Zaman Elbiseleri”ni sinemaya/televizyona uyarlayan Erksan, sinemasının doruk noktalarına ulaşır. Bu öyküler, birbirini besleyen, tamamlayan ve sonuçta ortaya tam bir portre çıkaran kusursuz bir seçimdir ve görüntü metin ilişkisinin nasıl olması gerektiğini örnekler. Erksan öykülerin temel vurgularına sadık kalmakla birlikte, filmlere kendi damgasını vurmayı da başarır.
Sinema-edebiyat ilişkilerinde örnek birlikteliklerden biri de Yücel Çakmaklı-Tarık Buğra ilişkisidir. Tarık Buğra Küçük Ağa’da Kurtuluş Savaşı’nı ilk kez sağlıklı bir şekilde romana aktaran bir yazar olmuştur. Romanda güdümlü edebiyatın dışında kalarak Türk edebiyatının yıllardır çarpıttığı, yanlış yansıttığı Kuvayı Milliye-Padişahçı ikilemine oldukça insani ve gerçekçi yorumlar getirir. Yücel Çakmaklı daha sonra bu romanı tv dizisi yapmış onun kariyerindeki parlak çıkışlarından biri olmuştur. Tarık Buğra Osmancık’ta ise Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşunun arkasındaki temel dinamikleri, sosyal, manevi dayanakları romanlaştırır. Yücel Çakmaklı bunu da televizyon dizisi yaparak geniş kitlelere ulaşmasını sağlar. Ortak sanat/dünya algısı nedeniyle başarılı bir birliktelik ortaya konabilmiştir. Yücel Çakmaklı ve Tarık Buğra, senaryo çalışmalarında dayanışma ve ortaklıkla sinema ve edebiyat ilişkisini sorunsuz olarak gerçekleştirmişlerdir.
Anayurt Oteli, sinema-edebiyat ilişkisinde olumlu örneklerden biridir. Ömer Kavur, Yusuf Atılgan’ın aynı adlı romanını, eserin ruhuna uygun bir şekilde görüntünün diliyle ifade etmiştir. Hem de eserin sinemanın bu konuda en zorlandığı alan olan psikolojik tahlilleri, insanî hâlleri işlemesine rağmen. Kuşkusuz bunda Anayurt Oteli romanının yansıttığı, arayış, içsel yolculuk ve gizem temalarının Kavur’un sinema dünyasına denk düşen temalar olmasının payı büyük. Bu başarıyı doğuran ikinci neden ise, Ömer Kavur’un edebiyata bakışı. Yusuf ile Kenan’da Onat Kutlar, Göl’ de Selim İleri, Ah... Güzel İstanbul’da Füruzan, Körebe’de Barış Pirhasan ile çalışan Ömer Kavur, edebiyat dünyasına yakın bir yönetmendir. Bütün bunlar ortaya başarılı bir sinema/edebiyat birlikteliği çıkarmıştır.
Ama şu gerçek hiçbir zaman unutulmamalıdır: Bir yazar, roman ya da hikâyesini yazarken, onun bir gün sinemaya aktarılacağını hesaba katarak oluşturmaz. Bir gün görüntüleneceği kaygısıyla oluşturulacak metinler ancak senaryolardır. Sinemanın yöneleceği metinler de işte bu senaryolar olmalıdır. Bu senaryoların oluşturulmasında elbette en sağlıklı yol edebiyatçıların birikimine başvurmaktır. Sinemanın kendi dilini bulmasında bu özgün senaryoların katkısı büyük olacaktır. Edebiyatçı bu senaryoları oluştururken en çok görüntünün imkânlarından yararlanacaktır. Örneğin sayfalarca iç konuşma yerine kahramanın ruhsal durumunu sergileyecek bir iki davranışla amacına ulaşacaktır. Böylece hem sinemanın, edebiyatın başyapıtlarının kullanılmasının önüne geçilmiş olunacak, hem de sinemanın kendi dilini bulmasında bu özgün senaryoların katkısı büyük olacaktır.